“Pek güze bi gızın oldu, gözleen aydın!…”
Sıtkı Bey’in, Ebe Hacı Nuriye Hanım’dan aldığı ikinci evlat müjdesiydi bu. Üç yıl önce de oğlu Mustafa’yı vermişti kucağına. Zaten kaç yıldır mahallede doğan bütün çocukların ebesiydi. Gücü kuvveti yerindeydi maşallah! Kimbilir daha kaç çocuk onun ellerinde dünyaya gözlerini açacaklardı?
Minik kız ile babasının tanışma anı gelmişti. Ebe hanım, özenle hazırlanmış kundağa sardığı bebeği Sıtkı Bey’in kollarına bıraktı. Az önce küçücük ciğerlerin yetebildiğince çıkan ağlama sesi, baba kucağında mırıltılara dönüverdi. Gülümsedi Sıtkı Bey; hüzün, sevinç sarmal oldu, boğazında düğümlendi. Çok küçükken yitirdiği babası düştü aklına. Babasının varlığını ve sevgisini tam anlamıyla bilememişken, şimdi iki çocuğuna baba olması gerekiyordu. Ürktü birden; yapabilecek miydi? Kucağında mırıltılarını sürdüren minik kızının gözlerine sığındı. Bu koca konakta kendisi ve oğlundan sonra dünyaya gelen üçüncü çocuktu kızı. Oysa aynı kandan olmadıkları halde sevgiyle büyütülen ne çok çocuğa yuva olmuştu bu konak. Derin bir nefes aldı. Yeniden ağlamaya başlayan kızını bağrına bastığında boğazındaki düğüm biraz gevşemişti. Bebeği, eşi Muhadder Hanım’ın hizmetini gören Gülseren’ e emanet ederken kızının doğumunu, halası Büşra Hanım’ a bir an önce haber vermesi gerektiğini düşünüyordu. Kış aylarını İzmir Karataş’taki yalısında geçiren halasına telgraf çekerek kızının dünyaya geldiğini duyurdu. Kısa sürede yine bir telgrafla yanıt aldı: “Kızın Büşra ömürlü olsun.”
……………………
1948 yılında dünyaya gelen bebek, adını böyle bir telgraf iletişimiyle, anne babasına seçme şansı verilmeden almış oldu. Adını taşıdığı Büşra Hanım’ ın evi, hem doğduğu ve evleninceye dek yaşadığı, hem de miras yoluyla sahibi olduğu ev. Sevgili Büşra Beşeli’ yle büyük hala Büşra Hanım’ dan, önce babası Sıtkı Özgören’e, sonra da kendisine kalan; pek çok çocuğa ve yetişkine yuva olmuş, dolayısıyla bir o kadar öykü barındıran evle ilgili hoş bir söyleşimiz oldu. Söyleşiye eşlik eden iki konuğumuz daha vardı: Sevgili Düriye Sarayköylü ve sevgili Tüten Çınar. Her ikisinin de o evle ve içinde yaşayanlarla ilgili anıları var. Dolayısıyla çok duygulu, bol kahkahalı, eh biraz da dedikodulu; tadına doyulmaz bir söyleşi oldu.
Kapı Numarası 6
KUAKMER binasının inşaatı sırasında Yıldırım Caddesi’ ndeki evler ve evlerin sahipleri hakkında yavaş yavaş bilgilenmeye başlamıştım. KUAKMER’ in tam karşısındaki büyük bahçe, caddeye serinliğini taşıyan güzelim akasyaları, içerideki incir ve yenidünya ağaçlarıyla bakımsız da olsa unutulmaya bırakılmış kimi değerleri saklıyor gibiydi. Sonradan öğrenecektim; o ağaçların arkasında yükselen kocaman evin, sevgiyle birbirine tutunmuş, acılarına, ayrılıklarına ancak böyle direnebilmiş insanlarının öykülerini. Ve bu öykülerin peşinden, hep KUAKMER’ den baktığım eve bir de yakından bakmak, hatta içine girmek, o öykülerden izler aramak isteyecektim. Yaptım da…
Yıldırım Caddesi yokuşunu tırmanıp mahallenin gediklisi Bakkal Yalçın’ ın dükkânının önünden İleri Sokak’a, oradan da yine sağa dönünce Altın sokağa ulaşılıyor. Soldaki İkioklu Camii bahçesinin karşısında yer alıyor, eskilerin Büşra Hanım’ın Evi diye adlandırdıkları bina. Uzun bir süredir onarım görmediği, zamana ve doğaya direnememiş harap halinden çok iyi anlaşılıyor. Özellikle, önceden tek bir binayken, daha sonra ayrı bir ev haline getirilen uç kısım yıkılma tehlikesi barındırdığı için belediye tarafından çelik kafese alınmış durumda.
Büyük binaya girişte çift kanatlı, ahşap bir kapı var. Kapı numarası 6. Birkaç ay öncesine dek metruk halde bulunan bina, mahalledeki bazı olumsuz haberler üzerine içinde biri yaşasın, hiç değilse korunur, gerekçesiyle kiraya verilmiş. Bir de ahşap kapının önüne demirden ikinci bir kapı yapılmış. Kiracı, yaşlı annesinin ölümünden sonra binada tek başına yaşamayı sürdürüyor.
Henüz kiraya verilmediği, demir kapının da yapılmadığı günlerde girdik içeriye. Ahşap kapının çift kanadını tutan asma kilidi açıp kapıyı aralarken içeride çok değerli anılardan oluşmuş bir hazine bulmayı uman defineci gibi hissettim kendimi.
Kapı, yüksek tavanlı, geniş, oldukça ferah bir ev altına açılıyor. Soldaki duvara dayalı L şeklindeki geniş basamaklı ahşap merdivenin ilk basamağı tabanın üzerine çökmüş, diğer basamaklar da basıldığı anda çöküverecek gibi dursa da estetik anlayışı yerinde bir usta elinden çıktığı anlaşılıyor. Sağ tarafta yine ahşap bir kapıdan girilen, Altın Sokak’a bakan pencereli bir oda, karşısında da penceresi bahçeye açılan ikinci oda var; ev altının arka tarafında ise bahçeye çıkılan bir kapı. Üst katta pencereleri Altın Sokak’ a bakan iki oda bulunuyor. Merdiven altındaki küçük mutfak, banyo ve tuvalet, ev ikiye bölününce eklenmiş olmalı. Zaten evin özgün yapısında mutfağın bahçede olduğunu ve hiç eksik olmayan değerli konuklara oradaki yer ocağında yemekler piştiğini mahallenin eskileri her daim anlatıyorlar.
Kuşadası’nın İlk Kadın Belediye Meclisi Üyesi
“Çok akıllı, çok otoriter, mert bir kadındı”, diye anlatmaya başlıyorlar Büşra Köksoy’ u. “Asil, sözü sohbeti dinlenir, öngörülü bir hanımefendiydi.” Doğum tarihi ve eğitim durumu ile ilgili bilgileri yok. Ancak Kuşadası’nın ilk kadın Belediye Meclis Üyesi olması, Büşra Hanım’ın farkını açıkça ortaya koyuyor. Annesi Münire Hanım’dan duyarmış Düriye Abla; Büşra Hanım’ın evine Ankara’dan mebuslar gelirlermiş. Kuşadalı Birinci Hoca, Kaymakamlar, kasabanın ileri gelenleri sıklıkla ağırlanırmış.
Büşra Hanım’ın evi, babası Sıtkı Bey (Şehzadeler diye bilinen ailenin oğlu) tarafından yaptırılmış. Yapım tarihi bilinmese de yeğenlerinin yaşlarından yola çıkarak 1800’lerin ikinci yarısı diye tahmin edilebilir. Ayrıca Selçuk’ta Kuyumcu Çiftliği diye bilinen geniş ve oldukça verimli araziler de babadan kalma. Üç erkek kardeşi olsa da malların yönetiminde Büşra Hanım’ın söz sahibi olduğu söyleniyor. Bütün kardeşler çiftliklerinden aldıkları kira gelirleriyle rahat bir yaşam sürdürüyorlar.
Ailenin tek kız evladı olan Büşra Hanım, üç erkek kardeşinden Cevat Bey’ le aynı aileden iki kardeşle evlenmişler. Hacı İbrahim Ağalar’dan Ahmet Sarıoğlu Büşra Hanım’ın eşi, Hacer Hanım da Cevat Bey’in eşi olmuş. Bu evliliklerle birbirlerinin görümcesi olan Büşra ve Hacer Hanımlar hem çocuksuz olmanın eksikliğini, hem de genç yaşta yitirdikleri eşlerinin acısını, aynı evde birlikte yaşayarak, o evi, sevgilerini eşit paylaştırdıkları yeğenlerine ve sahip çıktıkları kimsesizlere yuva haline getirerek hafifletmeye çalışmışlar.
Tüten Abla, Büşra Hanım’ın görüntüsünden bile akıllı, bilgili bir kadın olduğunun fark edildiğini anlatıyor. “Giyim ve baş bağlama şekli diğer kadınlardan değişikti” diyor. “Benim babaannem (Seyda Sarıoğlu) Büşra Hanım’ın eltisiydi. O da akıllı, bilgili bir kadındı. Mesela babaannem oyalı yemeniler bağlardı başına, ama Büşra Hanım çenesinin altından bağladığı siyah bir eşarp takardı. Mutlaka manto giyerdi.”
Tüten Abla’nın anlatımıyla gözümün önünde Halide Edip canlanıveriyor. Gerçekten de daha sonra Düriye Abla’ da gördüğüm fotoğraflar, mantosu, siyah eşarbı ve yuvarlak gözlükleriyle Büşra Hanımı, imgelemimde oluşan Halide Edip görüntüsüyle eşleştiriyor. Övgüyle anlatılan kişilik özellikleri de düşünülünce, bir zamanlar Kuşadası’nda, Yıldırım Caddesi’nde nasıl önemli bir kadının yaşamış olduğu bilgisine ulaşmanın heyecanı ile hak ettiğince anılmıyor olmasının üzüntüsünü aynı anda hissediyorum.
Büşra Hanım çok sevdiği, evladı gibi büyüttüğü Sıtkı Bey’ den dört yıl sonra, 7 Temmuz 1959’ da ölmüş. Herhangi bir hastalığı yokmuş, ancak epeyce yaşlıymış. ( Seksen yaş civarında olduğu tahmin ediliyor.) Son zamanlarında kardeşi Cevat Bey’ in ilk eşi Kübra Hanım’dan olan, diğer yeğeni Cenibe’ yle birlikte hep İzmir’deymiş. Önceleri kış aylarını geçirdiği Karataş’taki iki katlı yalının ilk katında artık tek başına yaşayamadığı için, yeğeni Cenibe onu, ikinci kata, yanına almış. Sonrasında da çok yaşamamış zaten. “Cenazenin geldiği günü hiç unutmam”, diyor Düriye Abla. Herkes çok ama çok üzülmüş. “Öz yeğeni Cenibe’den hiç ayırmazdı beni. Anneme de bana da hep sevgiyle davrandı. O evde bulunan herkesin üzerinde çok emeği vardır.”
Cevraki Mezarlığı’nda toprağa verilmiş Büşra Hanım. Ancak mezarlığın bakımsızlığı nedeniyle mezar yerleri de mezar taşları da kaybolmuş zaman içinde.
Bir mezar taşının bile olmaması serzenişi, genelde pek anlamlı gelmez bana. Değerli insanlar zaten, sık sık saygı ve sevgiyle anılacakları güzel izler bırakmışlardır, diye düşünürüm; bir taş ne ki?… Ancak anlatılanları dinlerken, hele “Büşra Hanım o kadar yetim baktı, ev yapıp evlendirdi hepsini, aklıyla, becerileriyle herkese örnek oldu, bu kadar iyi bir insanın değeri yeterince bilinemedi”, sözlerinden çok etkilendim. Üzerinde adı yazılı bir mezar taşı olmalıydı diye düşündüm. Belki o taşın başında, ölümünden altmış iki yıl sonra hâlâ özlemle ve imrenilerek adın geçiyor, diyebilmek için…
Ya Karataş’taki yalı? Önce iki katlı bina yıkılıp yerine Köksoy Apartmanı yapılmış. Sonra da deniz doldurulmuş, üstünden yol geçmiş ve Büşra Hanım’ın yalısı da denizi metrelerce uzaklaştıran yola dolgu malzemesi olmuş.
Genç Yaşta Ölen Erkekler
Birbirlerinin erkek kardeşleriyle evlenen Büşra Hanım ve Hacer Hanım, eşlerini genç yaşta kaybederler. Diğer erkek kardeş, Sıtkı Bey’ in babası Mustafa Bey de çok erken yaşta yaşama veda eder. Küçük yaşta oğluyla dul kalan eşi, Akife Hanım(Hacı İbrahim Ağa’nın torunu), bir süre sonra Baha Uncu ile ikinci kez evlenir ve evden ayrılır. Ancak küçük yaşta olmasına karşın Sıtkı Bey, annesinin yeniden evlenmesine tepki gösterir ve halası Büşra Hanım ile yaşamayı seçer. Bu arada dördüncü kardeş Sedat Bey’in eşi Kübra Hanım da ölünce, küçük kızları Cenibe‘ye yine Büşra Hanım sahip çıkar ve onu da diğer yeğeniyle birlikte kendisi yetiştirmek ister. Sedat Bey’ in ikinci eşi Cemile’ den dördü erkek, üçü kız, yedi çocuğu daha olur. Ancak Cenibe, amcasının oğlu Sıtkı’yı kardeş bilir ve iki çocuk halalarıyla birlikte o büyük evde yaşamlarını sürdürürler.
(Söz Sedat Bey’ den açılınca bir ayrıntıya dikkat çekiliyor: Genellikle “Papazın Evi” diye adı geçen kuleli evin aslında Sedat Bey’ in evi olduğu, o kuleden bakılınca o zamanlar Çıfıt Tepesi, Ege ve Cumhuriyet Mahallelerinin olduğu bölgenin tümüyle görüldüğü, Sedat Bey’ in de kuleden bakarak tarım işçilerinin çalışmalarını kontrol ettiği anlatılıyor. Gözümün önünde başında hasır şapkası, bir eli cebinde, diğerini parlayan güneşe karşı gözlerine siper etmiş, karıncalar gibi küçük ve çalışkan işçileri gözetleyen, asabi bakışlı bir patron canlanıyor. Ancak bugün beton binalarla aralıksız kaplanmış olan o bölgenin, bir zamanlar tarım arazisi olduğunu hayal bile edemiyorum.)
Ailenin kayıpları bu kadarla da kalmaz. Sıtkı Bey’i 1955 yılında henüz otuz yedi yaşındayken toprağa verirler. Büşra Abla, “babam öldüğünde abim Mustafa on yaşındaydı, ben de yedi. Annem Muhadder yirmi yedi yaşında iki çocukla dul kaldı. Babamdan sonra hiç evlenmedi, bizi büyüttü”, diye anlatıyor. Büyük annem dediği Büşra Hanım, eşinin ve kardeşlerinin üzerine bir de çok sevdiği yeğeninin kaybını yaşayınca kahrolmuş. “İçimde zaten koca bir yara vardı Muhadder, Sıtkı da ölünce yaramın üstüne bir kurşun daha geldi; ben artık hayretmem”, diye çok ağlamış. Sıtkı Bey’ in ölümünden sonra dört yıl daha yaşamış ancak gerçekten de hayretmemiş. Çok sıklıkla eski günleri anıp “Bu evde sofralar kurulurdu, dört erkek, hanımlarıyla birlikte otururlardı o sofralara. Şimdi hiç biri yok” diyerek acısını hep taze tutmuş.
Alacak Verecek Kalmadı Muhadder Hanım
Sıtkı Bey askerden dönünce Selçuk’taki çiftliğin babasına ait bölümünün kiralanması işlerini üstüne almış. Hastalanıncaya dek de o ilgilenmiş.
“Babama kanser teşhisi konmuş. Dört ay süren hastalık sonrası da kaybettik babamı. Ölümünden sonra çiftliği icar tutanlar, Arnavutlar denirdi, anneme taziyeye geldiklerinde “alacak verecek kalmadı Muhadder Hanım” demişler. Annem neye uğradığını şaşırmış. Meğerse babam ölmeden önce çiftliği Arnavutlar’a vermiş. Anneme de hiçbir şey söylememiş. Hâlâ da bilmeyiz ne oldu, nasıl oldu da babam böyle bir şey yaptı. Kimileri içki masasında, hileyle imzalatmışlardır dediler. Kimilerine göre babamın onlara borcu vardı, borca karşılık çiftliği verdi. Artık nasıl olmuşsa olmuş, mal elimizden gitmiş. Annem yazık, babamın ölüm acısını unutmuş, iki çocukla nasıl geçinirim telaşına düşmüş. Kendi babasından (Osman Adalıoğlu) kalan mal var ama deniz kenarında, o zamanlar hiçbir işe yaramıyor. Zaten değerli topraklar erkek evlatlara verilirmiş, mal ailede kalsın diye. Bütün varlığımız o çiftlikti. Çok verimli topraklardı. Annem çok uğraştı, çiftliği geri alabilmek için. Ama olmadı.”
Büşra Abla, annesinin henüz yirmi yedi yaşındayken iki küçük çocuğuyla nasıl bir çaresizlik içinde kıvrandığını anlatırken duygulanıyor:
“Babam herhalde kederinden hasta olmuştu. Hem malını yok yere kaybetti, hem de anneme bile anlatamadı; içine attı. Yine de…” diyor, “Kimseye muhtaç olmadık çok şükür! Güzel geçindik, maddi sıkıntı çekmedik. Ben evleninceye kadar Büşra büyükannemle birlikte o evde yaşadık. Annem de 1975 senesine kadar oradaydı. Sonra aşağıda, Grand Bazaar bitişiğindeki eve taşındı.”
Sonrasında o çiftliğe ne olduğunu merak edip soruyorum ve TOKİ evleri inşa edildiğini öğreniyorum. Dünya yüzeyinde toprak görmeye dayanamayan, üst üste beton yığıp insanları da beton duvarlar arasına istifleyen anlayışın yanında, geleceğimizi üreten, bereketlendiren toprakların entrikalı işlerle el değiştirmesi epeyce masum kalıyor, diye düşünüyorum.
Ben Bu Kızı Alcam…
Sıtkı Bey eski Yedi Eylül İlkokulu’nun karşısında oturan Naime teyzesine gidip gelirken o sıralarda ilkokul öğrencisi olan Muhadder Hanım’ ı görür, pek beğenirmiş. “Annemle babam aynı mahallenin çocuklarıydı”,diye anlatıyor Büşra Abla.
“Yine bir gün Naime Teyzesine gittiğinde, annemi okul kapısında görmüş ve ‘ bak teyze, ben bu kızı alcam’ demiş. Teyze telaşlanmış, ‘ oğlum, o kız daha çok küçük!’ demiş. Ama babam diretmiş, ‘ bak görürsün, alcam’, diye. Nitekim annem okulu bitirmiş, on dördünde nişan olmuş. On yedisinde babası imza vermiş, nikâh kıyılmış, evlenmişler. Babam da o sırada yirmi yedi yaşında. Annem, Büşra büyükannenin evine gelin gelmiş.
E tabii ev kalabalık, bir süre sonra annem ‘Burası halanın evi, kendimize bir ev alalım, orada yaşayalım’, diye tutturmuş. Hatta o sıralar Zehra Teyze’nin evi (Düriye Sarayköylü’ nün evinin karşısındaki ev. O yıllarda sahibi Zehra Topuz.)satılıkmış. Bir de Çıfıt Tepesi denirdi, Çamtepe’lerin olduğu yer, ( Kaya Aldoğan Lisesi’nin arkası), oraları yeni imara açılmış, oradan ev almak istemiş. Ama babam, ‘Dağın başında mı oturmak istiyorsun Muhatter?’ diye itiraz etmiş. O zamanlar orada mezarlık varmış, gece çakallar gezermiş. Babam anneme hep dermiş ki ‘bu evi halam bana verecek zaten’. Neyse sonunda babama verilmiş o ev. Annem de o evde yaşamını sürdürdü. Ben evleninceye kadar birlikteydik.”
Hacer Hanım’ ın Bahçesi.
6 numaralı ahşap kapıdan girdiğimiz evin ev altından bahçeye çıkıyoruz. Dedim ya eve ve bahçesine hep Yıldırım Caddesi yönünden bakmışız. Bu açıdan bakınca, KUAKMER’ i ağaçların arkasından görebiliyorum. Bahçe kapısının sağında birkaç basamakla inilen bir bodrum var. Demir parmaklıklı kapısına asma kilit takılmış. Uzun bir süredir kimsenin girmediği örümcek ağlarından belli oluyor. Mutfağın bahçede olduğu düşünülünce, bir zamanlar özellikle zeytin ve zeytinyağı küplerinin korunduğu bir yer olduğunu tahmin ediyoruz. Nitekim hemen yanında da yer ocağı duruyor.
Sol tarafta, eve sonradan eklenen mutfak, banyo ve tuvaletin yer aldığı çıkma, dört kolon üzerinde yükselerek evin ikinci katında bir teras oluşturuyor. Keşke yapılmasaymış diye düşünüyorum; binanın bütünlüğünü bozuyor, yama gibi duruyor çünkü. Ancak basamaklara korka korka basarak çıktığımız ikinci katta, kapıdan terasa adım atınca gördüğüm Kuşadası manzarası karşısında büyüleniyorum. Ve sonradan eklenen bu terasla ilgili olumsuz düşüncem değişiveriyor.
Aşağıya bakınca öndeki büyük bahçenin, bulunduğumuz evden ayrılmış olduğunu görüyorum. Bahçenin neredeyse tamamına yakını, sonradan bölünerek ayrı ev haline getirilen tarafta bırakılmış. Söyleşi sırasında evin ikiye bölünerek iki yeğene paylaştırıldığını öğreniyorum. Geniş bahçeli kısım Cenibe’ ye, diğer taraf da Sıtkı’ ya verilmiş. İkinci eve yine Altın Sokak’tan ahşap bir kapı ile giriliyor. Arkasındaki bahçeye de birkaç basamak merdiven ile iniliyor. Ancak binanın içine girmek mümkün değil. Çöktü çökecek bir halde. Cenibe Hanım’dan sonra bu küçük ev, kızı Aysun Kutman’ a kalıyor. Aysun Hanım’ın İzmir’ de fuar müdürlüğü yapmış olan ilk eşi İsmet Kaptan’dan üç oğlu var. İkinci eşi Hüseyin Kutman’dan ise çocuğu yok. Aysun Hanım ölünce oğulları, evi ve bahçesini satmışlar.
Bahçeye bakarken Hacer Hanım düşüyor aklıma.
Büşra Hanımların evine ilk gelen gelin, Sarıoğlu Ailesi’ nden Hacer Hanım, oldukça sakin ve sessiz bir kadın olarak tanınıyor. Düriye Abla, evin hizmetlilerinin bile fotoğrafları varken Hacer Hanım’ın hiç fotoğrafının olmamasını, onun kendi dünyasında yaşama tercihine bağlıyor. Büşra Hanım’ın eşi olan ağabeyi Ahmet Bey’i, ardından da eşi (Büşra Hanım’ın da kardeşi) Cevat Bey’ i genç yaşta toprağa verince, yaşamını hem abisinin, hem de kocasının anılarını taze tutarak Büşra Hanımla birlikte o evde sürdürüyor.
Ve o bahçeyi birbirinden güzel çiçeklerle donatıyor. Çiçeklerine gözü gibi bakıyor. Hatta özel olarak Hollanda laleleri getirtip bahçesini dillere destan hale getiriyor. Kim bilir, belki de bir evlat sahibi olamamanın, onu sevgiyle büyütememenin eksikliğini, çiçeklerini sevgiyle yetiştirerek tamamlamaya çalışıyor.
Ancak bir gün evlerine gelen konukların çocukları bahçede oynarken bütün lalelerini eziyorlar. Gözü gibi baktığı çiçeklerini o halde gören Hacer Hanım çok kederleniyor. Evin hizmetlilerinden Münire Hanım, kızı Düriye’ ye bu olayı anlatırken Hacer Hanım’ın kederini yüreğinde hissederek “İşte bu yüzden”, diyor, ” Hacer Hanım’ın gözleri üzüntüden görmez oldu.”
Geniş Aile
70’ li yıllarda televizyon henüz tek kanalken “Aşağıdakiler Yukarıdakiler” adlı bir dizi oynamıştı. Mülk sahipleriyle onların hizmetini görenlerin, toplumsal, hukuksal ve insani değerler açısından “ayrı dünyalara” ait görülmelerini konu edinmişti. Söyleşi sırasında sıklıkla adları geçen, ancak evin üyeleri gibi anlatılan hizmetliler, bana o diziyi anımsattı. Büşra Hanım’ın evinde böyle bir dizi çekilecek olsaydı, adı olsa olsa “Geniş Aile” olurdu, diye düşündüm. Çünkü o kalabalık eve ve ayağı eksilmeyen konuklara çeşit çeşit yemekler hazırlayan Bahtiyar ve Emine, Emine’nin kızları Nevin ve Sevim, kira toplama işinde sonsuz güven duyulan Perver, titizliğiyle nam salmış Düriye ve kızı Münire, Gülseren, Özgül, hep ailenin diğer üyeleri gibi görülmüşler. Bekâr olanlar ev alınarak evlendirilmiş, çocukları yeğenlerden ayrı tutulmamış, bütün gereksinimleri karşılanmış.
Bu konuşmalar sırasında herkes bir kez daha Büşra Hanım’ın ne kadar iyiliksever, yüce gönüllü bir insan olduğu konusunda hemfikir oluyor.
Çok Özlüyorum O Evi
Büşra Beşeli 1968’ de evlenerek ayrıldığı, Büşra Hanım’dan kalan evi her zaman çok özlediğini duygu dolu bir ses tonuyla anlatıyor. “ Evlendikten sonra da çok mutlu bir hayatım oldu, çok şükür!…”, diyor, ancak o büyük evde annesiyle geçen günlerini, mahallenin insanlarını, samimiyeti hep aradığını söylüyor.
Kuşadası’nda Akşam Kız Sanat Okulu’ nu bitirdikten sonra, yirmi yaşındayken babaannesi Akife Hanım’ın kız kardeşinin torunu Mehmet Beşeli ile evlenmiş Büşra Abla. Yani iki kuşak sonrasında Hacı İbrahim Ağa’ ya dayanan Sarıoğlu Ailesi ile Şehzadeler’e dayanan Özgören Ailesi bir kez daha dünür olmuşlar. Kayınvalide Nezihe Beşeli ( Akife Hanım’ın kız kardeşinin kızı) İzmir’e gelin gitmiş. Oğlu Mehmet Beşeli de doğma büyüme İzmirli. Mezarlıkbaşı’nda eski Lale Sineması karşısında Beşel Helva Fabrikası işletirken, o bölge istimlak olunca Torbalı’daki çiftliğin başına geçmiş. Hâlâ da bu işle uğraşıyor. Beşel çifti çoğunlukla İzmir Güzelyalı’ da yaşıyorlar. Yaz aylarını Karaova sahilindeki yazlıklarında geçiriyorlar. Nezihe ve İsmail adlı iki çocukları, üç de yetişkin torunları var.
Abisi Mustafa ise Ticaret Lisesi’ ni bitirdikten sonra, Kuşadası Barlar Sokağı’ nda şimdilerde bar olan, “Kuşadası Otel” i işletmiş. Evli ve iki çocuklu abi de doğduğu evin kara kaderini paylaşmış ve o kuşak için erken sayılacak bir yaşta, on bir yıl önce vefat etmiş. Daha sonra eşi Handan Hanım, kızı Muhadder Özgören ve oğlu Sıtkı Özgören ile birlikte İzmir de Yaşamayı sürdürmüş.
Mahallenin Zengin Evi
Düriye Abla böyle tanımlıyor, Büşra Hanım’ ın evini. “Çünkü” diyor:
“ Çıtır çıtır soba yanardı. En önemlisi radyo vardı. Akşamları bütün dullar o evde toplanırlardı. Radyo tiyatroları, Zeki Müren konserleri dinlenirdi.”
Tüten Abla ekliyor: “Büşra’nın nişanı o evde oldu. Teyzem (Muhadder Hanım) bütün mahalleyi çağırdı. Komşularını çok severdi. O zamanki komşuluklar başkaydı. İyi günde, kötü günde mutlaka bir araya gelinirdi.”
Yaşamları ister kan bağıyla zorunlu olarak, ister çeşitli nedenlerle rastlantısal olarak kesişmiş olsun, bu üç kadının birbirlerini olumlayarak, birbirlerine katkıda bulunarak anlattıklarını dinlemek, gerçekten doyumsuz bir keyif oldu.
Tam da söz bitiyor derken, akıllarına şu soru takılıyor: Büşra Hanım’ın soyadı neden kocasının ailesinin aldığı Sarıoğlu değil de Köksoy?
Bu soru kafaları biraz karıştırıyor. Çünkü Büşra Hanım, kocasının ailesinin seçtiği soyadını almadığı gibi, kardeşleriyle de aynı soyadını(Özgören)almamış. Neden Özgören olmadığı sorusu yanıtsız kalsa da Sarıoğlu olmama nedenini Tüten Abla hemen buluyor: “Soyadı kanunu çıktığında kocası çoktan ölmüştü. E çocuk da yok. Zaten iki elti pek de iyi geçinemezlerdi. Onunla aynı soyadını taşımak istememiştir.”
Özellikle son gerekçe hepimizi güldürünce, Tüten Abla Büşra Hanım’ın eltisi olan babaannesi Seyda Hanım’ın, kendi döneminde çok bilgili olduğunu kanıtlayan bir anıyı anlatıyor:
“Belediye hoparlör taktırıp, anonslarını yapmaya başladığında komşusu koşa koşa gelmiş babaanneme,“Gı Seyda, gocca bi gova va, bağırıp duru. Ama bakıyom, kimse yok!” Babaannem gayet kendinden emin: “ona höpörlö deniyo”, demiş.
Dedim ya bol kahkahalı bir söyleşiydi. Bitirirken de çok gülüyoruz.
Devamını Oku →