KÖŞKÜN KÜÇÜK HANIMEFENDİSİ ŞÜKUFE ÖZBAŞ

 “Keşke renkli bir ceket giyseydim!”

Karşımdaki 1922 doğumlu, evet, oturup kalkarken yardıma gereksinen, ancak ayaktayken dimdik, gözlerinin içi gülerek “hoş geldiniz” diyen, oldukça şık, bakımlı bir hanımefendi. Üzerinde siyah bir etek, krem rengi kırçıllı siyah şifon bir bluz ve krem rengi zarif bir yün ceket var. Ayakkabıları, kıyafetini tamamlar nitelikte ceketiyle aynı renk. Boynunda incecik, zarif bir kolye. Bembeyaz saçları özenle taranmış. Yani….karşımda tam anlamıyla bir öz saygı anıtı duruyor ve ben gözlerimi ondan alamıyorum.

Bir yandan da düşünüyorum; çevremdeki “Artık benden geçti” diyerek, yaşamın renklerini kendilerine yasaklayanları. Özellikle de kadınları elbet!  Annemi düşünüyorum örneğin, kırk yaşından sonra “ayıp” sözcüğünü renklerle arasına bir duvar gibi örerek, kendini siyahlar, kahve tonları, grilerle bezeyen ve belki de hiç ayrımına varmaksızın bunu bir yaşam biçimine dönüştüren.

Sonra yine karşımdaki görüntüde odaklanıyor düşüncelerim. Yapacağımız söyleşiyi kamerayla kayıt altına alacağımızı öğrenince, sanki bir refleks gibi ağzından çıkıveren “keşke” li cümleye: “Keşke renkli bir ceket giyseydim!” Oysa nasıl da şık ve zarif! Ancak konuştukça anlaşılıyor, yaşanmış ve yaşanmakta olan, yüz yıla yaklaşan ömrün her dönemi rengarenk. Renkler hiç anlatılmamış, düşlenmemiş ki… her dem yaşanmış; yasaksız, ayıpsız, günahsız. Şimdi anlatırken kendisini onu tanımayanlara, renkli bir ceketle görünmek istemesinden daha doğal ne olabilir ki? Çünkü bence aklı ve yüreği, yıllara inat, hala rengarenk. Bu renkliliği elbette yansıtmak isteyeceğini düşünüyorum; renkli bir ceketle de olsa. Bir de kendimce bir çıkarım ekliyorum: yaşam varsa renk vardır!

Şükufe Özbaş… 1922 Kuşadası doğumlu. Camiatik Mahallesi’nin ortasında, beş dönümlük bahçe içindeki köşkte dünyaya gelmiş. Bizler o köşkü, otuz yıl kadar önce gözde bir restoran olarak “Mavi Köşk” diye biliyoruz. Kim bilir, köşke “mavi” diyenler, belki de yıllar önce o köşkün bir odasında dünyaya gelen “küçük hanımefendi”nin renklerinden etkilenmiş ve birinciliği maviye vermişlerdir; Kuşadası’nın güzelim denizini de anımsatsın diye.

Bizim evimiz namlıydı; parmakla gösterilirdi”, diye anlatmaya başlıyor Şükufe Hanım, içinde doğduğu ve 1941 Nisan’ında, üzerinde muhteşem gelinliğiyle eşi Cemal Özbaş’ ın kolunda ayrıldığı köşkü. “Çok güzel bir çocukluk yaşadım ben. Üç kardeştik: Haşmet Akdoğan,  Behire Göktepe (ablam da benim gibi Söke’ye gelin gitmişti) ve ben. Bahçemizde kocaman çam ağaçları vardı. Ben o çamların tepesinde büyüdüm. Evin en küçüğüydüm. Adımı söylemezlerdi, hep ‘küçük hanımefendi’ diye seslenirlerdi bana.

Bunları anlatırken neşeli neşeli gülüyor Şükufe Hanım. Çocukluk yıllarımda izlediğim Belgin Doruk’lu “küçük hanımefendi”  filmleri geliyor gözümün önüne. Büyük köşklerin kocaman bahçelerindeki görkemli ağaçlara kurulmuş salıncaklarda kahkahalar atarak sallanan, köşkteki yardımcıların “düşeceksiniz….üşüteceksiniz…aman küçük hanımefendi”, diye peşinden koşuşturdukları, Vahi Öz’lü, Mualla Sürer’li filmler.

“Evimizin bahçesi o kadar büyüktü ki Boyacı Önü’nden başlardı, İkiOklu’dan aşağıya, hamama kadar uzanırdı. Her yanı açıktı, bahçeye her yerden girilebilirdi. Köşkün haremliği ve selamlığı vardı. Haremlikle balkon arasında bir kapı vardı. Balkona çıkılıp, oradan haremliğe geçilirdi. Bizim oturduğumuz kısım selamlıktı. Burada altı oda vardı. Haremlik kısmı dört odalıydı, ancak odalar çok büyüktü. Bahçesinde bir de hamam vardı; bildiğiniz kubbeli bir hamam. Öyle bir ev tasavvur edemezsiniz! Nasıl anlatabilirim ki size o zamanları, yaşananları? O devir nasıldıysa, bir samimiyet vardı. Ailemiz çok büyüktü, yazları toplanıverdiğimiz zaman belki on,  on iki aile birleşiyorduk. Herkes için yere yatak serilir, çoluk çocuk yatardık.”

Anlatılan zaman çok geride kalsa da yaşanmış duyguların sıcaklığını belli ki içinde, çok derinlerde saklamış Şükufe Hanım. Onun içindir ki silikleşti gülüşü, gözleri buğulandı. Çünkü artık o evden geriye, kimi hoyrat ellerin yakıp yıktığı birkaç duvar kalmış; kim bilir, var olduğu onca yılın yaşanmışlıklarından tüm izler silinsin diye belki.

“En son, bundan yirmi, yirmi beş sene evvel , gidip bakmak istedim evimize. Görünce o kadar kötü oldum ki ölüyordum az daha! Bir daha da gitmedim. Eskisi gibi kalsın aklımda istedim.Kardeşimiz Haşmet’e vermiştik biz o köşkü; Kuşadası’nda yaşıyor, ailesiyle otursun diye.  Ancak ilk karısından ayrıldı Haşmet. Mahmut Esat Bozkurt’un kızı Gün Hanım’dı ilk karısı. İki çocukları olmuştu: Nur ve Gül. Nur İstanbul’da yaşıyor. Gül de  çok tanınmış bir doktor; profesör oldu, Dokuz Eylül Üniversitesi’nde.  Haşmet sonra tekrar evlendi. İkinci hanımından da iki çocuğu oldu: Tan ve Esat. Onlar da İstanbul’da yaşıyorlar. Anneleri Kuşadası’nda.  Ama çok erken öldü Haşmet. Karısı da Haşmet’in ölümünden sonra orada oturamadı.”

Köşkü ilk sahiplerinden, Şükufe  Hanım’ın dedesi Kirlizade Ahmet Efendi satın almış. Ahmet Efendi dava vekilliği (avukatlık) yaparmış. Vekilliğini yaptığı, Söke’de yaşayan bir hanımdan satın almış köşkü. Ve hep birlikte yaşamaya başlamışlar, dede, baba, anne ve çocuklar.

Dedem öldüğünde altı yedi yaşlarındaydım. Ama onu çok iyi hatırlıyorum. Dedem astım hastasıydı. O yüzden yürüyemezdi; yazıhanesine gitmek için mutlaka bir araca binmesi gerekirmiş. Dolayısıyla araba almış; Kuşadası’na ilk otomobili getiren dedemmiş.

Dede Ahmet Efendi’nin asıl lakabı “Kirlizade” değil, “Killizade”ymiş. “Kirli” denmesinden son derece rahatsız olurlarmış. Soyadı yasası çıktığında “Killi”yi almak istemişler önce, ancak yine “Kirli” denirse diye “Akdoğan”ı almışlar. Şükufe Hanım bunları anlatırken kahkahayla gülüyor; “Kirli” den “Akdoğan” a geçmişler, “artık temizlenelim demişler herhalde”, diyerek. 

Köşkün beş dönümlük bahçesinin Anıt Sokak’a açılan kapısı hala duruyor. Şükufe Hanım, bu sokaktaki komşuluk ilişkilerinden sevgiyle söz ediyor. “Uncular’la komşuyduk; Şemsettin Bey (Hikmet-Baha Uncu’nun babaları) ve Sıtkı Bey (dede Baha Uncu’nun ilk eşinden oğlu, Muhatter Adalıoğlu’nun eşi) . Hacı İbrahim Ağa baba tarafından akrabamız olur. Anne tarafım da Mora’dan gelmiş.

 Büşra Hanım’la da (Kuakmer’in karşısındaki konağın sahibi. Döneminin ilk kadın Belediye Meclisi Üyesi) komşuyduk. Çok severdik birbirimizi. Büşra Hanım çok kıymetli, çok kültürlü  bir kadındı. Annemle birbirlerini çok severlerdi, çok iyi anlaşırlardı. Kardeşinin kızı Cenibe de ablamın yakın arkadaşıydı.

“Babama hala kırgınım!”

Şükufe Hanım’ın, aklına ne zaman takılsa yaşamındaki renkleri solduran bir hüznü var: İlkokuldan sonra okuyamamış olması. Bunun tek sorumlusu olan babasına hala kırgın. “Babam bana her şeyin en alasını yaptı da…”, diye başlayan cümlesini, aslında kahramanı olan babası tarafından altın parmaklıklar ardına kapatılmasının ruhunda yarattığı kırıklıkla dile getiriyor. “Okumayı çok isterdim. Senelerce ağladım okuyamadım diye. Babama hala kırgınım!

Öylesine tanıdık bir kırgınlık ki bu, bizim toplumumuzda, kız çocukları arasında. Hep daha çok korunmak, daha iyi saklanmak, kocalara sağlam teslim edilip, evinin kadını, çocuklarının annesi olmak için, çocuk yüreklerinin kahramanıyken, bir duvar olup önlerine dikilen babalar,  kız çocuklarına, hep aynı kırgınlığı yaşatmıyorlar mı? Kız çocuklarının dünyaları baba sınırında bitmiyor mu, sınır sevgi adına, güvenlik adına çizilmiş olsa bile?

İlkokula sekiz yaşımda başlayabildim. Hastalanmıştım ve tedavisi uzun sürdü. Dolayısıyla bir yıl geç başladım okula. O zamanlar Kuşadası’nda iki tane ilkokul vardı: Birinci Okul ve İkinci Okul. Ben Birinci Okul’da okudum; deniz kenarında olan. (Mahmut Esat Bozkurt İlkokulu) İkinci okul da bizim eve çıkarken yokuştaydı. (Eski Yedi Eylül İlkokulu, şimdiki İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü binası.) Ortaokul ve lise yoktu.

Bizim zamanımızda her sene öğretmen değişirdi; her sınıfı başka öğretmen okuturdu. Benim iki tane Münevver Öğretmenim vardı. Biri birinci sınıfta, diğeri beşinci sınıfta öğretmenim olmuştu. Çok severdim onları. Gerçi bütün öğretmenlerimi severdim; onlar da beni severlerdi. Neyire Hanım vardı, en yaşlıları; deli olurdu Şükufe diye. İlkokul müdürümüz Ali Ulvi Bey’di. Babamın beni okutmayacağını öğrendiklerinde, bütün öğretmenlerim toplanıp babama geldiler; yapma, etme Esat Bey, diye. Çünkü iyi bir talebeydim, meraklıydım. İşte…kırgınım babama!

On iki yaşında ilkokulu bitirmiş, ilk gençliğe adım atmış bir kız çocuğu ne yapacaktır? Sıradan bir ailenin kızı olsa, birinci sıradaki rol model annenin yaptıklarını elbette: ev işlerinde daha etkin görev almak ve beyaz atlı prens düşleriyle çeyiz hazırlamak.

Hiç öyle oturup da çeyiz filan hazırlamadım”, diye karşı çıkıyor Şükufe Hanım. Haksız mı? Ev işlerinin yardımcılar tarafından yapıldığı bir evde, rol model anne evin hanımıyken, Şükufe Hanım da doğuştan edinilmiş bir statü olarak evin “küçük hanımı”dır. Ve işin doğası gereği küçük hanımefendi, okuyamamış olsa da hayata dair yeni bir şeyler öğrenmek, yaşamına yeni renkler katmak çabası içinde bulacaktır kendini. İmdadına İzmir’de yaşayan Sadullah Amca’ sı yetişir.

Sadullah Amcam  (Sadullah KUŞADA ) bir kez evlenip, ayrılmıştı. Sonradan da evlenmedi. Çocuğu da yoktu. Bizleri o kadar çok severdi ki!…Benim yarı ömrüm İzmir’de geçmiştir. Amcamın evi İzmir Vali Konağı yanındaydı. Hala duruyor o ev. Evleninceye kadar çoğunlukla orada yaşadım. Keman dersleri aldım. Akşam Kız sanat Enstitüsüne gittim; dikiş bölümünden mezun oldum. Çok güzeldi İzmir’deki günlerim.

Ve aşk kapıyı çalar!..

Köşkün küçük hanımefendisini koluna takarak, Söke’ye gelin götürecek Cemal ÖZBAŞ, aslında o köşkün kapısını defalarca çalmıştır. Çünkü Şükufe Hanım’ın dedesi Ahmet Efendi’nin iki kardeşinden biri olan İzzet Efendi, Cemal Bey’in dedesidir. Yanısıra, Şükufe Hanım’ın amcası, Cemal Bey’in halasıyla evlidir. Dolayısıyla kardeş torunları olarak var olan kan bağına bir de nikah yoluyla oluşan akrabalık eklenince, köşkün kapısının aile ziyaretleri için çalınması sıklıkla gerçekleşmiştir. Ancak, Şükufe Hanım’ın kalbinin kapısının çalınması için epey zaman geçmesi gerekecektir.

Sökeli Hacı Halil Paşa eşim Cemal Özbaş’ın dedesi. Paşa’nın ilk hanımı genç yaşta ölüyor. Sonrasında benim çok yakın akrabam olan bir hanımla evleniyor Paşa. Oğlunu da (Hüseyin Avni Özbaş) üvey annesinin kardeşiyle evlendiriyor. Kayınpederim Hüseyin Avni Bey’in eşi de genç yaşta vefat edince (Cemal daha beş altı yaşlarındayken), ikinci evliliğini İstanbullu bir hanımla gerçekleştiriyor ve birlikte Söke’ye geliyorlar. Cemal Bey’i de hanımının bir akrabasıyla evlendiriyor. Bu evlilikten eşimin bir kızı vardı. Biz onunla anne kız gibi olduk sonradan. Cemal Bey’in ilk eşi ölünce, on iki yıl evlenmemiş.

Uzatmayalım, Cemal’in akrabamız olduğunu biliyordum ama pek temasımız olmamıştı. Bir gün yine Fatma Yengem (Cemal’in halası) bize gelmek istediğinde, onu Cemal getirmiş. Kapıda ayaküstü hoş geldiniz sohbeti yaptık. Derken, babama gidip durumu anlatmışlar. Annem duyunca, “aa, koskoca adam”, demiş. Cemal’le aramızda on dokuz yaş vardı. Üstelik bir evlilik yapmış ve çocuğu var. Yani benim onunla evlenmemin imkanı yok! Dolayısıyla bizimkiler” olmaz” demişler. Aradan birkaç ay geçti. Cemal’in dört tane teyzesi var, onlar tekrar açmışlar konuyu. Cemal’e “git, kendin iste”, demişler. İşte… Allah kısmet edince oluyor.  Gerçi ben de beğenmişim demek ki… kendim istedim evlenmeyi. O zamanlar Kuşadası’nda onun gibi kültürlü, aklı başında biri yoktu.

 (Daha sonra eşinden öğrenecektir;  9 Şubat 1924’te Cemal Bey, babası Hüseyin Avni Bey’le birlikte Atatürk’ü Selçuk’ta karşılamış, Kuşadası ve Ortaklar’a bizzat şoförlüğünü yaparak götürmüştür. Yaşamına böylesine değerli anılar katacak denli önemli bir kişidir Cemal Bey ve Ailesi. Daha sonra, Mustafa Kemal Atatürk’ün yine bir Kuşadası ziyaretinde – 1936 yılı olabilir – Şükufe Hanım, Atatürk’e bir buket çiçek verir. Ne konuşulduğunu ise hiç hatırlamamaktadır; sadece Atatürk’e bakmıştır çünkü. Bu anılar, bütün aile üyeleri için çok değerlidir.)

Böylece Belgin Doruk’lu “Küçük Hanımefendi filmlerinin” Ayhan Işık’ı da esas oğlan rolüyle yerini almış.

 1941 Nisanında “eski tertip bir nikah töreni”yle evlenmişler Şükufe Hanım ve Cemal Bey; küçük hanımefendi on dokuz yaşındayken. Köşkün yanmış yıkılmış haliyle bile görkemli olduğu anlaşılan kapısından çıkıp, eşinin kolunda mutlulukla inerken mermer basamaklı merdivenden, hem de üzerinde muhteşem gelinliği ve yüzünde en mutlu tebessümüyle, aklından ucundan geçmiş midir acaba, yıllar sonra bir söyleşide “babamın evindeki hayat hiçbir yerde olamaz”, diyeceği?..

Söke’de, aynı evde tam kırk yıl!

Söke’de İstasyon Caddesi’nde çok güzel bir evde oturdum, tam kırk yıl. Söke o zamanlar çok iyi bir vaziyetteydi. Şimdi felaket! Gittiğim zaman yarım saat kalamıyorum. O zamanlar biz Söke’nin balını yemişiz; fevkaladeydi. Çok iyi bir muhitimiz vardı. Arkadaşlarımızın hepsi kültürlü, aklı başında insanlardı. Kocagöz’ler (akrabalığımız da vardı), Hacı Ziya Bey’ler, Göktepe’ler (ablam onlara gelin gitmişti), Tuntaş’lar, Özbaş’lar zaten çok kalabalık bir aileydi… Her hafta toplanırdık. Herkesin çok güzel evleri vardı. Yazık oldu o güzel evlere!

Gerçekten çok hareketli, çok renkli Şükufe Hanım’ın Söke yılları. Çok kısa bir sürede Söke cemiyet hayatının aranan simalarından biri olmuş küçük hanımefendi. Yardım sevenler derneğinde on altı yıl başkanlık yapmış. “Benim bir özelliğim vardı: Yardım toplamak için gittiğim insanlar bana hayır diyemiyorlardı. Her sene balo yapardık. Kaç tane çocuk okuttuk. O çocuklar senelerce bana bayramlarda tebrik gönderdiler, ziyaretime geldiler. Çok sayıda plaketim var. Bir de Davutlar’da bir lise yaptırdım: Şükufe Cemal Özbaş Çok Programlı Anadolu Lisesi. Çok güzel bir açılış töreni olmuştu.

Şükufe Hanım’ın akrabaları arasında gerçekten çok önemli isimler var. Bunlardan birinin Mahmut Esat Bozkurt olduğundan söz etmiştik. Kardeşi Haşmet Akdoğan ilk evliliğini Bozkurt’un kızı Gün Hanım’la gerçekleştirmiş. Ayrıca M. Esat Bozkurt’un kardeşi Kenan Bozkurt, Şükufe Hanım’ın teyzesiyle evliymiş. “Ancak bu akrabalık ilişkilerine rağmen çok fazla temasımız olamadı”, diyor.

Bir de eltisi var: Son padişah Vahdettin’in torunu Hümeyra Hanım. ABD Princeton Üniversitesi ‘nde okurken tanıştığı,  aynı yerde eğitim gören Sökeli Halil Özbaş’la evlenen Hümeyra Sultan ve Şükufe Hanım, birbirini çok seven iki elti olmuşlar.

 “Hümeyra çok kıymetli bir kadındı; bambaşkaydı. En yakınımdı benim. Her gün mutlaka ne yapar eder, birbirimizi arar, konuşurduk. Annesini de çok iyi tanırım. Affedildikleri zaman Türkiye’ye geldiklerinde gidip birlikte karşılamıştık. Söke’ye gelip gittikleri için bütün hanedanı tanıdım ben.

Şükufe Hanım’ın sesi çok güzelmiş. Hazır kamera kayıttayken bir şarkı söylemek ister mi, diye soruyoruz hemen. “Artık ses mi kaldı”, diye karşı çıkıyor. Müziği Cemal Bey de çok severmiş. Evlerine hep müzisyenler gelirmiş. Cemal Bey’in bir Atina gezisinde tesadüfen tanıştığı Münir Nurettin Selçuk, kısa zamanda yakın dostları olmuş. Eşiyle birlikte gelip, Söke’ de evlerine konuk olurlarmış. Yine ünlü besteci ve keman sanatçısı Sadi Işılay ile dostlukları çok değerliymiş. “Hep birlikte toplanıp, şarkılar söylerdik. Ben de söylerdim. Hatta bir plak çıkarmayı çok istemiştim.

Konken oynamayı çok severmiş Şükufe Hanım; “hala da çok severim” diye ekliyor. Öylesine keyifle anlatıyor ki Söke’de geçirdiği yılları, “şehirde yaşamaktan çok daha güzeldi bizim hayatımız “, diyor. Bir de ne çok seyahat ettiğinden söz ediyor; Avusturalya’yı bile görmüş olmaktan çok mutlu olduğunu belirterek.

 Cemal Bey’le geçirdiği kırk bir yıllık mutlu süreç, Şükufe Hanım’a iki evlat (Rahime Hanım ve Hüseyin Bey), beş de torun keyfi yaşatmış. Cemal Bey 1982 yılında, 79 yaşında vefat ettikten sonra çocukları ve torunlarıyla yaşamın renklerini soldurmamaya çalışmış. “Allah bana uzun ömür verdi”, diyor gülerek… ardından da ekliyor: “Çok şükür ki kafam yerinde!

Şükufe Hanım son olarak, “çocukluğumun geçtiği o köşkte şimdi keşke sahipleri yaşıyor olsaydı”, diye derin bir iç çekiyor.

 Onu, bu söyleşiyi yazarken gidip gördüğüm, bir zamanların efsane köşkünden geriye kalanlar içinde, kocaman çam ağaçlarına tırmanırken, uçuş uçuş elbiselerinin eteklerini havalandırarak bahçede koşarken ya da Cemal Bey’in kolunda, gelinliğiyle merdivenlerden inerken düşlemeye çalışıyorum. Ancak olmuyor!… çoğunlukla yanmış, eğilip bükülmüş çam ağaçları, beş dönümlük bahçeyi kaplamış diz boyu otlar ve dikenler, kırılıp parçalanmış mermer basamaklar düşlemeye çalıştığım rengarenk küçük hanımefendiyi tanımıyor.

Röportaj ve derleme: Melek – Şefik Sözer