BEDENİ VE RUHU ARINDIRMANIN KEYFİ

KUŞADASI BELEDİYE HAMAMI

ZUHAL ALAN

İki yıldan bu yana temizliğin önemini iyice bellemiş görünüyoruz. Öncesine göre hiç olmadığı kadar sık yıkıyoruz ellerimizi. Dışarıdaysak sağa sola pek dokunmamaya çalışıyoruz. Çantalarımızda kolonyalar, antiseptikler… Neyse ki salgının ilk günlerindeki bilinmezliğin korkusunu biraz olsun atlattık; domatesleri sabunlu suyla yıkamıyoruz en azından.

Bugüne dek bir inanç kitlesi tarafından benimsenen “temizlik imandan gelir” düşüncesi küresel bir boyut kazanarak “temizlik virüs korkusundan gelir” e dönüşmüş durumda. Yani 21. Yüzyılda insan evladı öncesine oranla daha çok suya sabuna dokunmaya başladı; kullanılabilir su miktarı giderek azalıyor olmasına karşıt. Hem sık yıkanmak, hem de suyu çok dikkatli tüketmek gibi yaman bir çelişki içindeyiz. Ancak tartışamayacağımız bir nokta var: sağlığın ilk koşulu temizlik, temizliğin ilk koşulu da yıkanmak. Suya sabuna dokunmayan “pis” lerin virüslerle işbirliği içinde oldukları, artık su götürmez bir gerçeklik olarak önümüzde duruyor.

Acaba hep böyle miydi, diye merak edip biraz geçmişe bakınca temizlik kavramına değişik dönemlerde, değişik anlamlar yüklendiğini görmek olası. Misal, banyo yapmadan güne başlamıyorlar diye temizliklerine pek bir imrendiğimiz, çok çağdaş bulduğumuz Avrupalıların, bir zamanlar suya ve temizliğe bakışları oldukça şaşırtıcı. Örneğin,  erken dönem Hristiyan öğretisinin,  “İsa’yla paklanmış birisinin ikinci bir yıkanmaya ihtiyacı yoktur”, söylemiyle vaftiz sonrası “yıkanmamış olma hali” ni idealleştirdiği öne sürülüyor.(1)  Özellikle kalabalık gruplar halinde yıkanılan hamamların sapkın bedensel hazlara, yanı sıra her türlü mikrop ve salgın hastalıklara davetiye çıkardığına, dolayısıyla temizliğin, suyla yıkanmak yerine “bir giyim ve görünüm meselesi” haline gelmesinden söz ediliyor. (2)

Aklıma, yıkanmamaktan kaynaklanan kötü kokuları bastırmak amacıyla parfüm icat edildiğine ilişkin kulaktan dolma bilgi geliyor. Ayrıca,  Avrupa dönem filmlerinde gördüğümüz o komik peruklar,  su ve sabun değmemiş saçların kirini örtme amacıyla kullanılmış olabilir, diye düşünüyorum.

Batıya inat doğuda ise “hastalıkların doğasının bilimsel ve tıbbi açıdan daha iyi anlaşılması sayesinde” hamamların sayısının artırıldığı ve suyun sağlık açısından öneminin tartışmasız kabul gördüğü anlatılıyor. Aydınlanma dönemine gelinceye dek de doğuyla batının su ve yıkanmaya bakışındaki bu zıtlık bir paradigmaya dönüşmüş gibi: “İslami doğu yıkanır, Hristiyan batı yıkanmaz.” (3)

Oysa antik dönemdeki toplu yıkanma mekânlarının kalıntıları Anadolu’daki pek çok antik kentte hala varlığını sürdürüyor. 1996 yılında yayınlanmış bir çalışmada Antik Roma ve Osmanlı Dönemi’nde İstanbul’da hamama gitme algısı ve beklentisi şöyle anlatılmış: “….Isıyla ilgili hassasiyet bile tek başına dinlenme, rahatlık ve iyilik hissinin ortaya çıkması için çok kuvvetli bir uyarıcıdır. Yıkanma fiziksel olduğu kadar ahlaki lekeleri de temizler….” (4) Kim bilir, belki de orta çağın Avrupa’yı karanlığa gömmesinin asıl nedeni, toplumdaki ahlaki lekeleri örtmektir, diye düşündürüyor bu yargı..

Kimi kez övgülerle göklere çıkarılan, kimi kez yergilerle aşağılanan Türk Hamamları ise antik çağdan günümüze hep bir merak ve araştırma konusu olmuş görünüyor. Temizlenmenin, yıkanmanın yanı sıra kapsamlı bir sosyalleşme ortamı yaratan bu mekânlar, ayrıca özgün mimarisiyle de pek çok araştırmaya konu olmuş.  19. Yüzyılın ikinci yarısında Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde kurulmaya başlanan Türk Hamamlarının  “Mimari bir eser, teknolojik bir yenilik ve toplumsal bir reform” olarak algılanmasından söz ediliyor.(5)

Kuşadası’nda Kale Kapısı’nı geçtikten sonra, soldan Yıldırım Caddesi yokuşunu tırmanmaya başlayıp Eliada Otel (eski Akdeniz Otel) bitişiğindeki Belediye Hamamı’nın kapısına geldiğimde, edindiğim tüm bilgilerin ışığında zihnimde şu yargı var: Türk Hamamı, hem bedeni, hem de ruhu arındırma konusunda asırlar boyunca bir fenomen olmuş. Acaba diyorum, bütün insanları Türk Hamamlarında bir güzel yıkasak, göbek taşında bir temiz keselesek arınırlar mı ki içlerindeki kirli duygulardan? Elbette önceliği liderlere vererek…

Kuşadası Belediye Hamamı’na Hiç Gittiniz mi?

Kuşadası Belediye Hamamına Yıldırım Caddesine açılan çift kanatlı mavi kapıdan giriliyor. Birkaç basamak merdiven sonrasında sağda, yine çift kanatlı, üst kısmı cam, ahşap çerçeveleri çivit mavisine boyanmış ikinci bir kapıyla karşılaşıyorsunuz. Hamamın “meydan” diye adlandırılan geniş salonuna geçilen o kapının ardında görecekleriniz pek de kolay hayal edilebilir türden değil.

            İçeriye adımınızı attığınızda, artık pek örneği görülmeyen,  değişik büyüklükteki mermer dikdörtgenlerden oluşmuş zeminde bir süre durup içinde bulunduğunuz mekânı algılamaya çalışıyorsunuz.  Beyaz ve çivit mavisi renklerine boyanmış, penceresiz duvarlar ve epeyce yüksek bir tavanın çevrelediği geniş salonun ortasında, beyaz mermerden büyükçe bir süs havuzu bulunuyor. Havuzun ortasında, bir kaidenin üzerine oturtulmuş geniş bir kâseyi andıran fıskiyenin tepesinde çinili bir kuş figürü yer almış. Turistik bir kentte yer almasının kaçınılmaz sonucu olarak yalnızca turizm sezonunda açık olan hamamın süs havuzu, sezon dışı günlerde elbette ki boş. Ancak imgeleminizi biraz zorlayarak havuzu suyla doldurabilir, dilimli kabartmalardan oluşmuş fıskiyenin her diliminin üzerindeki delikten sular fışkırtabilirsiniz. Böylece fıskiyenin tepesinde taş kesilmiş gibi duran kuş da canlanıp, güzel ötüşüyle suyun dinlendirici şırıltısına eşlik edebilir.

Sekiz köşeli yuvarlak mermer havuz, yine mermerden,  oturulabilir bir sekiyle çevrelenmiş. Giriş kapısıyla havuz arasında da on kişinin rahatça oturabileceği iki köşeli bir kanepe bulunuyor. Kanepenin hemen arkasında tavana doğru yükselen, giriş kapısının yer aldığı duvarın yarısını kaplamış kapaksız, ahşap dolabın raflarında hediyelik sabun çeşitleri, peştamallar, havlular sergilenmiş.  

Dolabın hemen yanında erkekler hamamına geçilen geniş, ahşap kapı var.  Kapı her iki yanından sarımsı, koyu renk damarlı mermer kaplamayla çerçevelenmiş. Üstü ise yine aynı mermerden, tabanı lale motifi biçiminde oyulmuş üçgen bir çıkma ile taçlandırılmış. Kapının önünde ise bir halatla kapının üstündeki mekanizmaya bağlı, ağır olduğu görüntüsünden anlaşılan, üste doğru hafif daralan koni biçiminde bir kütle var. “Tokmak” denilen bu kütle, hamam kapısının açık kalmamasını sağlıyor.  Apartman ya da iş yeri girişlerinde kapıyı otomatik olarak kapatan sistemin basit ama bozulma riski olmayan hali, diye düşünülebilir. Ancak bir işlevi daha var: Büyük ahşap kapıdan ilk olarak tuvalet ve duşların bulunduğu “ılıklık” kısmına geçiyorsunuz. Siz içeri girdiğiniz anda tokmak kapıyı arkanızdan kapatıyor. Bu sırada duyulan gümbürtü, kurnaların ve göbek taşının bulunduğu, ilkinin benzeri ikinci kapının ardındaki yıkanma kısmındakilere yeni birinin geldiğini haber vermiş oluyor. İkinci kapı da aynı tokmak sistemiyle içeriye girenin hemen ardından kapanıyor. Böylece ısı kaybı da tümüyle önlenmiş oluyor.

            Diğer üç duvarda kumaş perdelerle kapatılmış, Osmanlı-Türk mimarisine uygun biçimde kemerli girişleri olan, küçük giyinme ve masaj odaları yer alıyor. Girişte soldaki duvar boyunca dizilen üç odadan sonra perdesiz girişten, bir koridorla kadınlar hamamına geçiliyor. Koridorda yine diğerlerinin benzeri, birkaç tane giyinme ve masaj odası var. Ve erkekler bölümündeki gibi tokmaklı, ahşap kapıların ilkinden duş ve tuvaletlerin bulunduğu ılıklık kısmına, ikinci kapıdan da kurna ve göbek taşının bulunduğu yıkanma tarafına geçiliyor. Kadınlar hamamında bir de yıkanma kısmına ek olarak sauna bölümü var.

Hamam “meydan” ının kadınlar hamamı geçişinin yanında, köşede ise üst kata çıkılan merdivenin yer alıyor. Üst kat aşağıdan bakıldığında, giriş kapısının karşısındaki üç duvar boyunca kemerli ahşap kafeslerin çevrelediği bir iç balkon görünümünde.  Bu katta da yine giyinme odaları bulunuyor.

Havuzun karşısındaki duvarda, diğerlerinden daha geniş bir girişi olan ve perdeyle kapatılmamış,   küçük bir berber dükkânı görünümündeki oda sonradan oluşturulmuş. İstanbul’daki hamamlarda berber bölümünün olduğu bilgisi, turistik çekicilik düşüncesiyle harmanlanarak berber masası ve koltuğuyla hoş bir düzenleme yapılmış.

Duvarlardaki küçük nişlerde çinili objeler, artık kullanılmayan tahta nalınlar, bakır hamam tasları gibi hamam kültürünün özgün unsurları sergilenmiş. Yanı sıra eski tahta bir çeyiz sandığı, bir bindallı, elde örülmüş nakışlı bir çift yün çorap, hatta antika bir pikap ve telefon bile dekoratif parçalar olarak değişik köşelerde kendilerine yer bulmuşlar.

Ve giriş kapısının sağında da hamamın işletmecisi Zuhal ALAN’ın  ofisi yer alıyor.

Belediye Hamamı Zuhal Hanım’dan Sorulur.

Zuhal ALAN on beş yıldır Belediye Hamamı’nı işletiyor. Ancak hamam, evinden sonra ilk algıladığı ve çok iyi bildiği bir mekân. Hamam işleten bir anne babanın çocuğu olunca, bu durum kendiliğinden bir yaşam biçimine dönüşmüş gibi.

1952 yılında, Kuşadası, Kaleiçi Mahallesi’ndeki bir evde dünyaya gelen Zuhal Hanım, dört çocuklu ailenin ikinci çocuğu.  İki yaşındayken babası Ahmet ÜNÜVAR, Dağ Mahallesi, Hücum Sokak’taki, daha önce avukat Şefik ŞAKRAK’ın  (Ümit ve Ali Ata ŞAKRAK’ın babası) oturduğu evi satın alıyor ve Zuhal Hanım 1972 yılında evleninceye dek o evde yaşıyor.

 1921, Kuşadası doğumlu Ahmet Bey’in ailesi Moralı. Mübadeleden önce geliyorlar Kuşadası’na.  On iki yaşındayken babasını kaybedince, üç erkek kardeşiyle birlikte dayısı İbrahim ÜNÜVAR tarafından büyütülüyor. İbrahim Bey soyadı yasası çıkınca, himayesine aldığı dört yeğenine kendi aldığı soyadını veriyor.  Ahmet Bey, dayısıyla birlikte o dönemde Ziraat Bankası yanında bulunan dükkânda birlikte çalışarak iş yaşamına başlıyor. Bakkaliyeden buzdolabı, dikiş makinasına kadar çok çeşitli ürünün satıldığı bu dükkân 1955 ‘ te istimlak edilince,  yine dayı yeğen birlikte Kaleiçi Hamamı’nı alıyorlar ve Ahmet Bey’in hamam işletmeciliği serüveni böylece başlamış oluyor.

“Babam Kuşadası’nda tanınan ve sevilen, saygın bir insandı. Belediye Meclis üyeliği yapmış bir dönem. Pek çok işi birden yapıyordu. Dondurma makinasını Ada’ya ilk getiren babamdır. İzmir’de bir arkadaşı vardı; Frigofirik Buzdolabı satardı. Babama destek olmuş, makinaları getirmişler.

Ayrıca şimdi Surtel Otel’in olduğu yerde pideci dükkânı vardı. Adı “Bizim Pideci”ydi. Orada lokma işi de yapardı.

Ve çok yüce gönüllüydü. Dükkânın arkasında kocaman, yuvarlak bir masa vardı; “bedavacılar masası”. O masada bütün akrabalar pidelerini, dondurmalarını yerdi. Annem bazen kızsa da “Onlar nasiplerine geliyorlar, karışmayın”, derdi.”

Zuhal Hanım’ın sevgiyle andığı babası, dayısıyla birlikte işlettiği Kaleiçi Hamamı’ndan gönül kırıklığıyla ayrılmış. Ortak olmalarına rağmen dayı İbrahim ÜNÜVAR’ın üzerine kayıtlı olan tapu, dayının ölümüyle çocuklarına miras kalıyor. Tapuda adı geçmediği için bir hak iddia etme şansı olmayan Ahmet Bey de kızının deyişiyle “bırakıp, çıkıyor”.

1970’li yılların ikinci yarısı. Rahmetli Lütfi SUYOLCU’nun ilk belediye başkanlığı dönemi. O zamana dek adı “Gönül Hamamı” olan Belediye Hamamı için çok fazla şikâyet var. İşletmecinin adı Muammer KESKİN.  Kuşadalı değil. “Gönül”, kadınlar hamamındaki natırın adı.

 “Artık neler oldu, neden o kadar şikâyet edildiyse Lütfi SUYOLCU, babamdan hamamın işletmesini almasını istiyor. ‘Abi, burayı senden başkası düzeltemez; ben burayı sana vereceğim ‘, diyor. Babam önce, yaşlandım artık, deyip istemiyor. Ancak arkadaşları falan giriyor araya, zorla ikna ediyorlar. Babam orayı kısa zamanda toparlayıp düzeltiyor. Adı da “Belediye Hamamı” oluyor.”

Eskiden Evlerde Banyo mu Vardı?

Zuhal Hanım söyleşiyi bu sözde soruyla sürdürürken, yaşım gereği “eskiden” e tanık olmuşluğumu anımsadım ve gözümün önünden kimi sahneler canlanmaya başladı birden:

Yaz aylarının kavurucu sıcağında tütün toplamak için tarlaya göçen bir aile. Tarlada yemek ve barınma gereksinimini karşılamak için yapılmış bir dam. “En hızlı tütün kırıp dizen gelin” diye namlı Şengül Hanım, temizlik ve titizlikte de birinci. O derme çatma damın içi her sabah süpürülüp, çarşaflar silkeleniyor. En sık kullanılan eşyalar,  galvaniz kazan ve leğen. Bir sepet dolusu, elleriyle yaptığı zeytinyağı sabunları da olmazsa olmazı. Ekmeksiz kalmaya razı; yeter ki suyu ve sabunu bol olsun.

Ve bir oğlan çocuğu. Yaz tatilinin en güzel bir haftası dayısının tütün tarlasında geçiyor. İçinde müthiş bir özgürlük duygusu; kasabadaki yasaklar, sınırlar yok olmuş çünkü. Avazı çıktığınca bağırabilir, gücü yettiğince koşabilir. Ancak bu güzellikleri yaşayabilmek için geçmesi gereken bir sınav var: yengesinin hoş geldin banyosundan sağ salim çıkabilmek.

Önce ocak yakılıp, üstüne su dolu kocaman kazan konur. Bir insanın içinde oturabileceği büyüklükteki leğen, kazana olabildiğince yakın konur ki kazandan maşrapa yardımıyla alınan sıcak su baştan aşağı dökülünceye dek soğumamış olsun. Çocuk bu sınavı daha önce de kaç kez yaşadı ancak her seferinde olduğu gibi yine zorlanıyor. Kendi kendini sakinleştirmeye çalışıyor. Bütün zorluk o ilk maşrapa suyun kafasından aşağı dökülme anı. Giderek ısınan sudan çıkan buhar çevrede buğulu bir görüntü oluşturmuşken gerçekleşiyor o an. Ve yine tutamayıp kendini, bağırıyor çocuk. Az daha ılık bir suyla yıkansa olmuyor mu sanki!… Olmaz! “Ani gıı, nası temizlencek bu kirlee!” Derken başından ikinci darbeyi alıyor. O evde yapılmış, avuca zor sığar büyüklükte, şekilsiz kesimli zeytinyağlı sabunun kafasına değdiği, daha doğrusu hafifçe de olsa vurulduğu an bu. Ve çocuğun ikinci bağırışı. Süreç, temizlenen ve temizleyen arasında küçük çığlıklardan oluşan bir diyaloğa dönüşüyor. Çocuğun, suyun sıcaklığı ve kafasında hoyratça dolaşan sabunun sertliğine isyanı, yengesinin çocuğu ele geçirmiş kir musibetini alt etme çabasına giderek yenik düşüyor. Suyun ısısına alışan vücuduna bir ağırlık çöküyor. Öyle ki sabunun sertliğine direnmekten vaz geçip, derisinin soyulduğu hissini veren keseye teslim oluyor.

Ve işte o mutlu son!… Zeytinyağı sabunu kokan havluya sarınma anı. Vücudunun normalde olmadığı kadar pembe görünmesinin bir tür haşlanma sonucu olduğunun farkında. Bu arada leğenden çıkarken de çok dikkatli olmalı. Eğer ayağını terliğe denk getiremeyip yere basarsa yengesi yine ortalığı çınlatacak: “Basmaaa!”

Kan çanağına dönmüş gözleri, pamuk yığını gibi hissettiği vücuduyla nasıl giyinip yatağa yattığını bilemiyor çocuk. Halsiz ama mutlu. Bir sınavdan daha geçti. Sabah aklanıp paklanmış olarak özgürlüğüne uyanacak. O günlerden belliyor, özgürlüğün ille de bir bedeli olduğunu.

Sorarlarsa nasıl açıklayacağımı bilemediğim gülümsememi dudaklarımda dondurarak Zuhal Hanım’ın anlattıklarına yeniden odaklanmaya çalışıyorum.

Eskiden evlerde banyo yoktu. Haftada bir kez yıkanılırdı. Cumartesi Pazar günleri kadınlar ve çocuklarla dolardı hamamlar. Küçüktüm ama hatırlıyorum, babam aşağıdaki hamamı işletirken kadınlar bohçalarıyla gelirlerdi. Peştamalları, keseleri, terlikleri, bazıları sabunlarını bile getirirlerdi bohçalarında. Bayram arifeleri ve hafta sonlarında çok gelen olurdu. Biz dört kardeş kadınlar hamamından sorumlu annemizin yanında olurduk. Herkesin işi bitince, en son bizler yıkanırdık.”

Zuhal Hanım kadınlar hamamının,  yıkanmanın yanı sıra bol sohbetli ve eğlenceli bir sosyalleşme ortamı da olduğunu anlatıyor. Böylece,  hamamların bir zamanlar kadın eğlencelerinde ne kadar önemli bir yer tuttuğunu öğreniyoruz.

Gelin Hamamları, Kına Geceleri…

Henüz ilkokul yıllarımda, o haftada bir gün gerçekleşen yıkanma işlemi için bakkaldan torba içinde satılan “yakıt” la termosifon ısıtılır, ailecek bir haftalık kirden arınmaya çalışırdık. Yıkanma sırasında sona kalmamak önemliydi, çünkü termosifon içindeki sıcak su azalmış olurdu. O yüzden sıra başındakiler suyu az kullanma konusunda uyarılırlardı. Pembeleşmiş yanaklarla bedenimiz arınmış, ruhumuz hafifleşmiş olarak banyodan çıkar, saçlarımızın taranma faslına geçerdik. Yıkanma ritüeli, annemizin yanaklarımızdan öpüp, “Gelin hamamlarınız olsun inşallah!”, duasıyla tamamlanırdı.

Gelin oldum, ancak gelin hamamım olmadı.  Meğerse neler kaçırmışım! 

 “Kadın hamamında gelin hamamları, kına geceleri, hatta düğünler bile yapılırdı. Ada’da başka yer yoktu zaten. Bir Toros Gazinosu’nda yapılırdı düğünler, bir de hamamlarda.

Gelin hamamları eskiden çok sık yapılırdı. O gün kadınlar hamamı kapatılır. Kız evi ve oğlan evinin kadın akrabaları, gelinin arkadaşları toplanır. Bütün masrafı oğlan evi görür. Geline özel hamam bohçası hazırlanır. Peştamalı, terliği, süslü hamam tası, kesesi, sabunu;  artık oğlan tarafının durumuna göre bir bohça olur. Misafirler kendi bohçalarını getirirler. Bir gün önceden sarmalar, dolmalar, börekler yapılır, göbek taşına sofra kurulur, çalgı, çengi eşliğinde şarkılar söylenir.

Çok eğlenceli olurdu. Gerçi şimdi de yapan oluyor ama çok az.”

18. yüzyıl başında bir gelin hamamına tanık olan İngiliz yazar şöyle anlatmış: “… Bu kafilenin önderlerinin solo kısmını söyleyip kızlar korosunun karşılık verdiği bir düğün şarkısının nağmeleri, buğulu havada uçuşarak bin ışık huzmesinin aydınlattığı kubbelerde yankılanmaktadır.” (6)

Kına geceleri ise Okuyucu Reşide’nin, komşuları sözlü davetiyle başlayıp, Kör Hüsen’in (Hüseyin) cümbüşüyle çaldığı oyun havalarıyla coşkulu bir biçimde sürermiş. Okuyucu Reşide güzel oynayan kadınları iyi bildiğinden, ortamı canlandırma görevi onunmuş. Kına gecesine ait harcamalar yine damat tarafından yapılır,  okuyucuya ve cümbüşçüye bahşişler dağıtılırmış.

“Hamam” dan “Turkish Bath” e Geçiş.

Belediye Hamamı iki bölümden oluşuyor: Kadınlar hamamı ve erkekler hamamı. Önceki yıllarda iki hamamın giriş kapıları farklı yerlerdeymiş. Erkekler hamamına bugünkü ana kapıdan girilirken, kadınlar hamamının giriş kapısı Keskin Sokak’taymış. Dolayısıyla iki avlusu varmış. Ancak artık Yıldırım Caddesi’ne açılan tek giriş kullanılıyor.  Kapatılan giriş kapısının ardındaki avlu, şimdilerde çay, kahve içilip sohbet edilen bir bahçeye dönüşmüş durumda. Eski, orijinal kurnalardan birkaçı çiçek saksısı olup bahçeye yerleşmişler. Erkekler hamamı tarafındaki avluya ise ısıtma sistemi yerleştirilmiş. Yanı sıra çamaşırlık olarak kullanılıyor.

Elbette ki bu değişim, hamamın hizmet ettiği kitlenin farklılaşmasının sonucu. Önceleri yalnızca yerli halkın hizmetindeyken, turizm girdisinin çekiciliğiyle özellikle yabancı turistlerin istemleri doğrultusunda yeniden şekillenmiş ve yeni işlevler kazanmış Belediye Hamamı. Örneğin, Ahmet Bey’in tüm itirazlarına karşın masaj odaları düzenlenmiş. Hamam masaj işlevi üstlenirken, hamamın meydancılarına, tellaklarına ve natırlarına yeni çalışanlar eklenmiş: masör ve masözler.

“Babamlar daha aşağıdaki hamamı çalıştırırken turizm başlamış. Babam çok zorlanmıştı. Hiçbir zaman turiste ayrı, yerliye ayrı fiyat uygulamazdı. Ama acenteler, turist fiyatları konusunda baskı uyguluyorlar. Babam böyle bir uygulama yapmadı. Eşim işletmeyi devraldıktan sonra da yapmadık; bugün ben de yapmıyorum. Fiyat çizelgem masanın üstünde durur. Ama tanıdığım, bildiğim insana indirim yaparım.”

Babadan Damatlara Geçen İşletme

1985 yılında Zuhal Hanım’ın eşi Oktay ALAN, mesleği hava astsubaylığından ayrılarak Kuşadası’na gelir,  bacanağı Mehmet UYSAL ve İstanbullu arkadaşı Bekir DEMİR (Paşa Tur’un sahibi)   ile ortak olarak Belediye Hamamı’nın işletmesini üstlenir.

“Babam artık yorulmuştu ve bırakmak istedi. Ama iki damadına da işletme kızlarımın üstüne yapılacak, diye şart koştu. Eşim büyük bir tadilat başlattı. Hiçbir şekilde devlet desteği olmadı. Çok eski bir binaydı. Yüz elli yıl önce falan, Sarıoğlu belediye reisiyken bir tadilat geçirmiş. Sonra eşim ve ortakları devralana kadar hiç bakım yapılmamış.

Eşim çok meraklıydı, çok titiz çalıştı. Eskiyi korumaya çok özen gösterirdi. Ben de öyleyim. Mesela hamama geçiş kapılarındaki tokmaklar İstanbul’daki hamamlarda kalmamış. Turistlerin de çok ilgisini, çekiyor. O dönemde çok fazla turist gelmeye başlamıştı.”

Hiç Hesapta Olmayan Evlilik

Zuhal Hanım Kuşadası Mahmut Esat Bozkurt İlkokulu’nu bitirdikten sonra Kaya Aldoğan Orta Okulu’nu, ardından da Akşam Sanat Okulu’nu (İbramaki Binası’nda) bitirmiş.

“Akşam Sanat’ın bütün branşlarını bitirdim. Zerrin AKDOĞAN biçki-dikiş öğretmenimdi. Moda öğretmenim Melek Hanım’dı. Okul bittikten sonra dikiş diktim. Çok seviyordum dikişi. Gelinliğimi de kendim diktim. Evlendikten sonra da dikiş dikmeye devam ettim. Belli müşterilere, iyi paraya dikerdim. Abim Mehmet ÜNÜVAR, şile bezi işini başlatmıştı Kuşadası’nda. Kâzım ÇAMTEPE ile ortaktılar. Bütün biçki, dikiş ve işlemeleri bir grup kadınla birlikte yaptım. ”

1972 yılında evlendiğinde on dokuz yaşındaymış. Aslında hiç evlenmek istememiş. Babasının çok rahat bir insan olduğunu söylüyor.  Giyimine falan hiç karışmazmış. Çok güzel arkadaşlıkları olmuş: “Hülya (Suyolcu), Nazan, Canan (Naci Akdoğan’ın kızları),Aydan (Şakrak), birlikte iyi vakit geçirirdik”, diyor. Gelgelelim, annesinde bir telaş: ya evlenemez, evde kalırsa!… Babasının “Kızım istemezse vermem” diretmelerine karşın, bir an önce kızının mürüvvetini görmek isteyen Sabiha Hanım, bir yıl arayla ikinci kez gelen dünürcülere sözü verdirmiş ve Zuhal Hanım, ortaokul arkadaşı Oktay Bey’le evlenip eşinin görev yeri Ankara’ya gelin gitmiş. Bir yıl sonra büyük oğlu Murat dünyaya gelmiş; 1977’ de de küçük oğlu Mustafa.

Eşinin çok iyi bir insan olduğunu özellikle vurguluyor Zuhal Hanım.

“Eşim de Kuşadalı. Ahmet KİREÇ dayısı olur. Çok çalışkandı, mesleğinin erbabıydı. Uçakların elektronik donanımları branşında öğretmenlik yaptı. Kitapları bile var. Çok dürüst bir insandı ve çocuklarımıza da her şeyden önce dürüst olmak gerektiğini öğretti.”

Kadın Hamam İşletir mi?

Zuhal Hanım’ın sevgiyle ve minnetle söz ettiği eşi Oktay ALAN, 2002 yılında henüz elli bir yaşındayken kansere yenik düşer. Bu üzücü olaydan sonra diğer iki ortak işletmeyi sürdürürler. Ancak birkaç yıl sonra onlar da arka arkaya vefat edince, Zuhal Hanım hamamı işletmeye talip olmuş. Elbette bu isteği başta babası olmak üzere, yakınındakilerin genellikle olumsuz tavrıyla karşılanmış. Ancak o inatla direnmiş.

“Güldüler bana”, diyor. “Babam, asla tasvip etmiyorum, dedi. Böyle şey olmaz, dedi herkes. Zaten eşim ve kardeşimin eşi bizi hiç işe karıştırmazlardı. Büyük oğlum da hiç istemedi. Bir tek küçük oğlumdan destek gördüm. Dayısı Mustafa Ünüvar ile birlikte turizm sektöründe oldukları için, nasılsa acenteleri tanıyoruz, sana destek veririz, sen de çok üzüntü yaşadın, oyalanırsın, dediler. İyi ki annemden, babamdan öğrenmişim bir şeyleri. İşte bugünlere getirdik.”

Hamam İşletmek?

“Hiç kolay değil!”, diyor Zuhal Hanım.

“Bu işte hijyen çok önemli. Ben çok önem veriyorum. Her gruptan sonra bütün tuvaletler, duşlar temizlenir ve dezenfekte edilir. Kurnaları kesinlikle boşaltırız. Çünkü kurnada kalan suda üreyen, öldürücü bir mikrop var. O yüzden boşaltılıp dezenfekte edilmesi gerekiyor.

Havlularımız mutlaka açık renktir ya da beyazdır. Her kullanım sonrası havlular ve keseler yıkanıp kurutulur. Evet, bu şekilde maliyet artıyor, ancak asla kullanılmış havluyu sadece kurutup yeniden müşteriye vermem. Aynı şekilde terlikler önce dezenfekte havuzunda bekletilip sonra makinede yıkanır.”

Zuhal Hanım, aynı anda çok sayıda kişinin hamamdaki varlığının da sağlıksız olduğunu özellikle belirtiyor. Hamamın kapasitesinin en çok elli kişiyle sınırlı olduğunu, bu sayının üstüne çıkmadıklarını anlatıyor. Çalıştıkları turizm acentelerine bile bu konuda ödün vermediklerini,  çünkü herhangi bir şikâyet olduğunda, bunun hem kendilerini hem de acenteyi olumsuz etkileyeceğini söylüyor.

Yaptığı işi bu denli ciddiye almasının sonucu olsa gerek, çevrim içi seyahat acentesi hizmeti veren TripAdvisor uygulamasında birkaç kez birinci olduklarını ve başarı belgesi gönderildiğini övünerek anlatıyor Zuhal Hanım.

Elbette işi layıkıyla yapmanın bir bedeli olduğu ortada.

“Elektrik parası, kömür parası çok zorluyor. Ayrıca çevremizdeki komşuları rahatsız etmemek için kendi kendini temizleyen bacalar taktırdık. Her kömürü yakamıyoruz. Koku çıkarmayan ithal kömür kullanıyoruz. Piyasadaki herhangi bir sabunu asla kullanmıyoruz. Babamın zamanından beri güvendiğimiz aynı markanın zeytinyağlı sabununu alıyoruz. En az altı-yedi personelle çalışıyoruz. Bazen masaj için Söke Hamamı çalışanlarından destek alıyoruz. E tabii, bütün bunların bir maliyeti var. Hele ki bundan sonra nasıl baş edeceğiz, bilmiyorum”

Kuşadası Daha Kötü Olmasın!

Söz bundan sonrasına gelince,  biraz da Kuşadası’nın geleceğini konuşuyoruz Zuhal Hanım’la.

            “İnşallah böyle kalır; daha kötüsü olmasın diye dua ediyorum”, diyor.

            “Eski resimlere baktıkça üzülüyorum. Dağ kalmadı; her yer binalarla doldu. İnşallah zeytinliklere imar gelmez. Kirazlı yolunda benim de zeytinliğim var; inşallah imar gelmez oralara! Çocuklarıma da tembihliyorum, sakın satmayın, torunlarıma kalsın, diye. Çocuklar dedelerinin diktiği zeytin ağaçlarını görsünler, sahip çıksınlar.

       Oysa bakıyorum, genelde böyle düşünülmüyor. İnsanlar çalışmadan para kazanmak istiyorlar. Çocuklarımıza, torunlarımıza kalsın diye düşünen çok az. İmar çıksın, binalar yapılsın, evlerimiz olsun, arabalarımız olsun… Yazık!…”

Beton hızla toprağın yerini aldıkça, üretmenin keyfi yerini tüketmeye bıraktıkça, insanın da tinsel yanının giderek yok olduğunu, yozlaşan insan ilişkilerini örnekleyerek anlatıyor Zuhal Hanım.

“Eskiden herkes birbirini tanırdı; birbiriyle konuşur, selamlaşırdı. En mühimi, yardımlaşırdı. Bizim mahallede dul kadınlar vardı. Evde ne piştiyse illa ki dul kadınlara verilecek. Babam eve geldiğinde ilk iş, yemekleri verdiniz mi komşulara, diye sorardı. Ya da bakkaldan, çarşıdan bir şey lazımsa biz çocuklar hemen koşardık.

Bize ailemiz önce vicdanlı, dürüst olmayı, ihtiyacı olana yardım etmeyi öğretti. Biz öyle gördük, çocuklarımızı da öyle yetiştirdik. Ama bakıyorum, gençlerde, çocuklarda bir marka düşkünlüğü… paylaşmayı bilmiyorlar; benciller.”

Hem mekânlarda, hem de insanlarda değişim kaçınılmaz olsa da Kuşadası Belediye Hamamı, Yıldırım Caddesi başında varlığını sürdürüyor.  Yapı olarak pek değişmese bile hizmet verdiği kitle tümüyle değişmiş.  Artık haftada bir çoluk çocuk yıkanıp paklanılan, arifelerde bayrama hazırlanılan ya da gelin hamamlarında şarkılar söylenen yerler değil hamamlar. Artık turistik bir gösteri mekânı.  Çünkü artık evlerde banyolar var. Üstelik gereksinimin ötesinde çok şık, çok konforlu bazıları. Çeşme açıldığında sıcak sular akıyor. Şampuanlar, kremler, duş jelleri…

Ancak söyleşinin sonunda konuşulanlardan anlaşılıyor ki evlerdeki banyolar bedenleri arındırma işlevinde Türk Hamamlarını unuttursa da ruhları arındırmada pek de işe yaramamış. Kim bilir, belki de bu yüzdendir virüslerle sınanmamız.

Derleyen : Melek-Şefik Sözer

Katkıda Bulunan : Düriye Sarayköylü

Hamam Fotoğrafları : Baytekin Kara- Yusuf Aslan

KAYNAKÇA

(1) ANADOLU MEDENİYETLERİNDE HAMAM KÜLTÜRÜ: MİMARİ, TARİH VE İMGELEM, Derleyen: Nina ERGİN, Koç Üni. Yay.
Anadolu Hamam Kültürü:” Bin Işık Hüzmesi, Bin Ilık Parmak, Fikret K. YEGÜL”, sf: 35
(2) A.g.e. sf:53
(3) A.g.e. sf:53
(4) A.g.e. sf: 25
(5) A.g.e. “Batıda Türk Hamamı”, Nebahat AVCIOĞLU, sf: 327
A.g.e. Anadolu Hamam Kültürü:” Bin Işık Hüzmesi, Bin Ilık Parmak, Fikret K. YEGÜL”, sf: 17