NE GÜZEL KOMŞUMUZSUN SEN DÜRİYE ABLA

KUAKMER’İN açıldığı ilk günler…. mutluyuz, gururluyuz alabildiğine; bir o denli de şaşkın!… Öyle çok hayalimiz var ki gerçekleştirilmeyi bekleyen, nereden, nasıl başlayacağımızı bilememenin çaresizliğiyle atıyor yüreklerimiz. 

Derken, bir sabah yedi sekiz yaşlarında bir kız çocuğu çıkageldi KUAKMER’e. Sokak komşumuz Düriye Hanım’ın elinden tutmuş, heyecanlı, ancak mekânı çoktan sahiplenmiş bir edayla masal odasına çıkmak istediğini söyledi. Düriye Hanım’ın torunu olduğunu öğrendik, bu cıvıltılı gözlerle bakan küçük hanımın. Sanki bu evde doğmuş, bu evde yaşayanların çocuğuymuş gibi, kendinden emin adımlarla yukarı çıktı. Masallara ayrılan oda, içinde neler yaşanacağına henüz kendisi bile karar vermemişken, daha anlatılmaya başlanmamış masalların kahramanlarının şaşkın bakışları altında, bir kâğıt ve bir kalem alıp duygularını yazmaya başladı: 

MÜZE 

Sokağımız şenlendi

Müzemiz açıldı

Herkes burada

Canım müze!

Masal odası ve daha çok şey var

F. Özel Teyze sayesinde

 Hayal dünyam büyüdü

Canım müze! 

Çocuk yüreğinin saf ve sıcak duygularını barındıran bu dizelerle masal odası birden canlandı, daha da renklendi. Bir çocuğun yüreğinde böylesine yer edinebilmiş olmanın ayrıcalığı ve coşkusuyla bütün masal kahramanları, çerçevelerin, kitapların içinden fırlayarak dans etmeye başladılar. Büyü oluşmuştu masal odası artık ne yapması gerektiğini çok iyi biliyordu. Çocuklarla buluşacaktı; çok sayıda çocukla! Sonra hep birlikte hayaller kurulacaktı, rengarenk, özgürce! Masallar yazılacaktı yeniden ve yeniden ve her bir masalla çocukların dünyası biraz daha büyüyecekti; yetişkinlerin o küçücük, renksiz, samimiyetsiz dünyalarına inat.

Bizler, bu küçük kıza, Şenay Eylül OK’a, her zaman minnettar kalacağız; masalların büyüsünü bize geri verdiği için. 

Elbette rastlantı değildi Eylül’ün hayal dünyasının bunca zenginliği. Onun bir kahramanı vardı; şiirler yazan, öyküler, masallar anlatan. Ve bunları yaparken de yılların yorgunluğu azıcık perdelemiş olsa bile, yine de tıpkı Eylül gibi cıvıltılı gözlerle bakan anneannesi Düriye SARAYKÖYLÜ. “Bitişikteki komşu”larımızdan biri Düriye Abla. Hani şu, yaşamı boyunca içinde bulunduğu her ortamda ev sahipliğini üstlenen, asla konuk olup köşesinde oturamayan yüce gönüllü insanlardan biri.

 “Ben kendimi bildim bileli Düriye’yim “, diye anlatmaya başlıyor kendini. Yüreğindeki ve beynindeki onca zenginliği, güzelliği üç hecelik adının altına gizlemeye çalışarak, alçak gönüllülükle. Bekçi Ahmet’in (Ahmet SABANCI) kızı, Matbaacı Mehmet SARAYKÖYLÜ’nün eşi diye tanıtsa da kendini, adı var olan kadınlardan biri Düriye Abla. 

“Ben bu evde doğdum ve hep bu evde yaşadım (KUAKMER’DEN ÇALIKUŞU EVİ’ne inerken soldaki 30 no’lu, kireç ve çivit boyalı ev). Annem bu eve gelin gelmiş, ben bu evden gelin çıktım. Ancak annem babam bensiz yapamadılar. Tek evlatlarıydım, onların da yardıma ihtiyaçları vardı. Eşim de beni onlardan ayırmak istemedi. Birlikte evime geri döndük. İki çocuğumu (Heves SARAYKÖYLÜ OK ve Ahmet SARAYKÖYLÜ) bu iki odalı evde büyüttüm. Babamı, annemi, eşimi bu evde kaybettim. Ancak ben hala buradayım, bu evdeyim. Çünkü ben mahallemi çok seviyorum. “Düriye Abla’nın annesinin anneannesi Mısır’dan köle olarak getirilmiş ve Kuşadası’nda, sahilde köle pazarında satılmış. Satıldığı ev, KUAKMER’in karşısındaki büyük ev; Büşra Hanım’ların Evi. O evde çok iyi davranılmış büyük anneanneye, hatta evlendirilmiş. Ancak kimle evlendirildiğine ilişkin bilgi yok. Anneanne de Büşra Hanım’ın evinde büyüyor. (Onun da adı Düriye.) Eski adıyla Tira, şimdiki Ağaçlı Köyü’nden Hüseyin Efendi’yle (Düriye Abla’nın dedesi) evlendiriliyor. Düriye Abla’nın dayısı ve annesi dünyaya geliyorlar. Ancak zor yıllar…savaşlar, yokluklar. Anne Münire Hanım, henüz annesinin karnındayken, dede savaşta ölüyor. Anneanne, oğlu ve karnındaki kızıyla yeniden Büşra Hanım’ın evine dönüyor. “Zaten o evin kızı gibiymiş anneannem evliyken bile hiç kopmamış.” Düriye Abla’nın annesi de böylece Büşra Hanım’ın evinde doğuyor. Ama kötü kader, anne henüz üç yaşındayken de anneanneyi kaybediyorlar. Sonrasında iki öksüz çocuk, daha pek çok sahip çıkılan öksüz, yetimlerle birlikte o kocaman evde, kocaman yürekli insanların koruması altında büyüyorlar. Düriye Abla mahallesine, sokağına sevdalı. Her evin yaşayanlarını, öykülerini biliyor. Bilmekle de kalmayıp, evinin yanındaki Hasan Kaptan Çıkmazı’nda açtığı elişi tezgâhını, bu insanları ve öyküleri yazdığı panolarla donatıyor. İstiyor ki Kuşadası’na gelen yerli yabancı konuklar, o mahallenin insanlarını tanısın. “Şimdi” diyor, “KUAKMER sayesinde, daha çok tanınacak sokağımız, mahallemiz. Ümitlerim tazelendi. Emeği olan herkes sağ olsun!” 

Bu panolardan bir tanesinde Büşra Hanım’ı anlatmış: “Müştemilat kapısı Hasan Kaptan Çıkmazı’na, bahçe kapısı Yıldırım Caddesi’ne, cümle kapısı İkioluklu Camii Altın Sokak’ta olan koca bir konakta yaşamış Büşra Hanım; kardeşinin eşi, Hacı İbrahim Oğulları’nın kızı Hacer Hanım’la birlikte. İkisinin de eşleri genç yaşta ölmüş, ikisinin de çocukları olmamış. Evlerinde çalışan hizmetkârların ve ölen kardeşlerinin çocuklarını da himayelerine almışlar, hepsini kendi öz çocukları gibi yetiştirmişler; kulaklarını dahi çekmemişler.(Söyleşimiz sırasında Hacer Hanım’la ilgili üzücü bir olay aktarıyor: Rahmetli Hacer Hanım laleleri çok severmiş. Avrupa’dan laleler getirtirlermiş bahçelerine. Bir gün, bir misafir çocuğu laleleri koparıvermiş. Öyle üzülmüş ki Hacer Hanım, üzüntüsünden gözleri kör olmuş.) Adalıoğulları’nın kızı Muhatter o eve gelin gelmiş, öksüz yeğen Sıtkı’yla evlenerek. O evde iki çocukları olmuş. Büşra Hanım dendi mi, herkes bilirmiş; soyadına gerek olmadan. Zamanında Belediye Meclis Üyeliği yapmış. O koca konakta mebuslar ağırlanırmış. Onca insan birlikte, incinmeden, birbirlerine kırılmadan yaşamışlar. Ve annem o evden gelin çıkmış, orada yetişen öksüzlerden biri olarak.” 

Büşra Hanım’ın evinden gelin çıkan anne Münire Hanım, eşi, Burgaz Köyü’nden (şimdiki Gökçealan) Ahmet Bey ile birlikte birkaç ev aşağıdaki, halen Düriye Abla’nın yaşamakta olduğu eve yerleşir. Bu evi de Büşra Hanım yaptırmıştır Münire Hanım için. 1952 yılında tek çocukları olan Düriye Abla dünyaya gelir. Tek çocuk olunca anne, baba üzerine titrerler, Düriye Abla’nın. Bu durum önceleri hoşuna gider; tüm ilginin üzerinde olması güzel bir şeydir. Ancak sonraları, diğer çocukların kardeşleriyle ilişkilerini gördükçe pek özenmeye başlar. Kardeşlerin didişmelerine, oynaşmalarına, kavga bile etseler evde çocuk seslerinin olmasına büyük bir özlem duyar. 

“Çok sessizdi bizim evimiz. Özellikle akşamları o sessizlik beni bitirirdi.”

 “Okula Yedi Eylül İlkokulu’nda (şimdiki Milli Eğitim Müdürlüğü binası) başladım. Şevket Hoca, Nazmi Başaran Hoca vardı. Şevket Hoca Burgaz’da babamı da okutmuş. Sonra öğrenci sayısı artınca bir kısmını Devrim İlkokulu’na (Çakabey İlkokulu) aldılar. Ben de o gruptaydım. Orada da Şahsene Hoca, Mustafa Varan Hoca vardı. Sonra Kaya Aldoğan Ortaokulu’na gittim. Ertuğrul Yasakçı diye bir müdür vardı, çok öfkeli bakardı; gözümüze bir bakması yeterdi. O zamanlar Kuşadası’nda lise yoktu; lise okumaya Söke’ye gidilirdi. Babam göndermedi, lise okuyamadım. Çünkü hem maddi, hem manevi çok zordu.” 

Ortaokulu bitirdikten sonra yirmi bir yaşında evleninceye dek, “haylazlık” yapmış Düriye Abla. Sokakta oyunlar oynamışlar, kızlı erkekli. Yakar top, saklambaç, dokuz kiremit, çelik çomak, elim sende, beş taş, evin içinde de evcilik, el el ebildek… Bir de kitap okurmuş: Savaş ve Barış, Mai ve Siyah, Çanlar Kimin İçin Çalıyor… Tommiks, Teksasları kitapların arasına koyup okurmuş.

“Babam, ille oku, derdi”, diyerek, babasını anlatmaya başlıyor. Hele hele o dönem için pek de sık rastlanmayacak bir baba kız ilişkisine tanıklık ediyor kulaklarımız.

 “Babam, gece eve sarhoş gelirdi. İlle beni uyandırırdı, sohbet etmeye başlardık. Annemi istemezdi. Zaten pek geçinemezlerdi. İçiyor diye babama çok kızardı annem. Kavga ederlerdi, annem küserdi bir hafta. Babam o bir hafta içmezdi, barışsınlar diye. Tam barışırlardı, yine içip gelirdi; haydi bir daha kavga. Hayata dair sohbetlerimiz olurdu babamla. Bana derdi ki: ‘Kızım, konuşurken yedi kere yutkun, düşünerek konuş. İnsan kalbi kırma! Kimseye suratlı davranma! Çocukları sev! Kendini bir aileye sevdirmek istiyorsan, önce çocuğunun başını okşa!’ Çok şey öğrendim babamdan. Babam bu yüzden içerdi zaten; kendini ifade edemediği için. İçince çok güzel konuşurdu. Hatta bana da koyardı yarım bardak şarap, iç kızım, derdi.” 

“Babamın yeri bambaşkadır. Rahat olmamı isterdi; annem gibi ev işlerine boğulmamı istemezdi. Ben herkesle selamlaşır, konuşurdum. Babam hiç kötü düşünmezdi. Keyif adamıydı benim babam!” Etkileniyoruz duyduklarımızdan, hem de çok!.. Yaşama ilişkin keyifli çözümlemelerini öyle güzel aktarmış ki baba kızına, öyle bir derinlik katmış ki bakış açısına, acılar, hastalıklar, kayıplar söndürememiş içindeki yaşama sevincini. Onun içindir ki Düriye Abla yalnızlığına, kırgınlıklarına karşın inatla sürdürüyor o mahallede, aynı evdeki yaşamını; umudunu da hiç yitirmeden. 

“Annemle hiç konuşmazdık”, diyor. Münire Hanım titizliğiyle ünlenmiş mahallede. Nasıl titiz olmasın ki! Öksüz olarak sahip çıkıldığı evde sadece iş yapmış. Kendisi gibi olanlarla yarışmış, hedefine en beyaz çamaşırları, en iyi fırçalanmış tahtaları koymuş. “Sürekli iş yapardı annem. Kapıları çürüttü fırçalamaktan. Sokağı baştan aşağı yıkar, yetinmez, duvarları kireçle bembeyaz boyardı. Komşular evimize gelmekten çekinirlerdi; bozulmasın Münire’nin beyaz örtüleri diye, oturmaya korkarlardı. Zaten komşular gidince annem bütün örtüleri toplar yıkardı.” 

Kim bilir, babasız başladığı yaşamını küçücük yaşından itibaren annesiz olarak da sürdürmenin, yanında yetiştiği insanlara ve kendine, var oluşunu dünyadaki tüm kirlerden arınmışlıkla ifade edebilmenin, bir de her gece içen bir kocaya duyulan öfkenin dışavurumuydu belki de Münire Teyze’nin titizliği. Elinden gelenin yalnızca temizlik yapmak olduğu düşüncesiyle çaresizleştirilmiş tüm kadınlar gibi. Yine de en geç yatsı ezanı okununcaya dek gidilebilen akşam oturmalarında, eğer alınganlığı, inadı tutmazsa Münire Teyze’nin, birbirinden güzel masallar anlatırmış komşularına. Sabundan, kireçten, çivitten uzak, Kaf Dağı’nın ardındaki büyülü saraylarda yaşayan prensleri, prensesleri konuştururmuş; sesine değişik tınılar yükleyerek. Belki de sadece o anlarda arınırmış yüreği öfkelerden. O güzelim düşlerden yeni bir temizlik gününe uyanıncaya dek huzurla uyurmuş. 

İşte böyle bir anne babanın tek çocuğu olarak, babasının alkolün desteğiyle dile gelen bilgeliğini, annesinin sakız gibi çamaşırları ve fırçalanmaktan çürümüş tahtalarıyla harmanlayıp, üstüne bir de kardeşsizliğin sessizliğinde kitaplara, oyunlara, düşlere sığınarak yaşanmış, ömrün ilk yirmi bir yılı.”Olmaz”lar duvar gibi örülüverince önünde, okul yaşamı da ortaokul diplomasıyla duvara asılıp, kaldırılıverir ortalıktan. Şimdi diğer kızlar gibi ev işleri üstlenilecektir, çeyiz sandığı doldurulmaya başlanacaktır. Defterler, kalemler, kitaplar üzüntüyle çıkarılırken yaşamdan, yıkanacak avlular, fırçalanacak tahtalar, pişirilecek yemekler sıra kavgası yapmaktadırlar karşısında “Önce ben”, diye. Yetmez; sırada örülecek danteller, işlenecek kanaviçeler vardır. Babanın kahveye çıktığı, annenin kendi sessizliğinde silindiği, didişecek bir kardeşin bile olmadığı yalnız akşamlarda, lamba ışığında bile olsa işlenip, örülüp, sandığa doldurulması gereken çeyizler hazırlanmalıdır. Çeyiz sandığı olmayan kız olur mu hiç? Bir tek babası bilir Düriye Abla’nın yüreğindeki isyanı ve “Boş ver”, der; “Kalender ol kızım!” Babanın desteğiyle kanatlanıverir Düriye Kız. 

Mahalledeki kızlar nakışlar arasında yitip giderken, o, on altısında Öner (İNCE) Abi’nin manifaturacı dükkânında çalışmaya başlar. “Öner Abi’nin matbaası vardı: Nalânlar Matbaası. Şimdiki barlar sokağının orada. Yanına bir manifaturacı dükkânı açmıştı. Çalışan kızlardan memnun kalmamış, komşumuz Sabri MUMCU’ya ‘Hanım bir kız arıyorum’, demiş. Bana söylenince bir denemek istedim. İşe başladığım ilk gün dükkândaki aynayı silmiştim. Öner Abi’nin çok hoşuna gitmiş. Çünkü diğer kızlar aynaya bakıp süslenirmişler ama hiçbiri aynayı silmeyi akıl edememiş.” 

Bu ilk iş yaşamı Düriye Abla’nın kırk iki yıl çok mutlu yaşayacağı sevgili eşi Mehmet SARAYKÖYLÜ ile tanışmasına da zemin hazırlamış. Matbaada çalışan Mehmet, asker dönüşü manifaturacıda çalışan Düriye tarafından “Hoş geldin Mehmet kardeş”, diye karşılanmış. Düriye tek çocuk ya herkesi kendine kardeş belliyor. Geçen zaman, ikisinin gözleri birbirine değdiğinde yürekleri beleyen duygunun “kardeşlik “ tanımıyla uyuşmadığını koyuyor ortaya. “Mehmet çok efendiydi, çok ağırbaşlıydı, içkisi de yoktu!” Baba evindeki huzursuzluğun baş aktörü içki de yoksa bu adamla evlenilir, diye düşünmüş olmalı Düriye Abla. Ve hastalık Ahmet’ini elinden alana dek geçen kırk iki yıllık mutluluk! Evlendikten sonra da çalışma yaşamı sürmüş; 1987’de belediye kreşinde, sonra belediyede memur olarak ortak olmuş, sofradaki ekmeğin parasının kazanılmasına. 

Düriye Abla, en çok eskiden yaşanmış olan komşulukların özlemini duyuyor. O yüzden kırgın, mahalleyi terk eden komşularına. “Öyle güzeldi ki komşuluklarımız”, diye anlatıyor: “Biz mahalledeki erkeklere dayı, kadınlara hala derdik; dayı anne yarısıdır, hala baba yarısı diye.“ ve şöyle sürdürüyor sözlerini: 

Küçüktü evler, mekânlar,

 genişti yürekler.

 Sığdırırdık büyükleri, küçükleri,

akrabaları, hısımları, komşuları, çocukları…

 Ekmeği evde yapardık, çamaşırı elde yıkardık…

Çok para lafı geçmezdi, azla yetinirdik.

 Her mahallede olurdu bir bakkal amca,

 yazardı deftere veresiye adına.

Para olunca ödenirdi hesap.

Faiz yazmazdı bakkal amca

günah olur diye…

Bayramlarda alınırdı yeni giysiler,

 diğer bayrama kadar gezmelik olarak giyilirdi, sonra da günlük…

Değişirdik komşuyla olanı, olmayanı…

 İncitmeden paylaşırdık her şeyi, her derdi, her sevinci.  

Yaşlıların sözü dinlenir, tecrübelerine saygı gösterilirdi.

Yaşlılar da küçüklerin fikrini alırlardı…

 Küçücük evlerde mutlu yaşanırdı.

Oysa şimdi evler büyük, geniş, lüks…

 Teknoloji almış başını gidiyor.

Ama yürekler dar, küçük,

hiçbir şey ve hiç kimse sığmıyor!

Yazık… Çok yazık! 

Düriye Abla’yla söyleşimiz, “Ben hep buradayım” dediği evinin küçücük iç avlusunda sürüyor. Arada başımıza yaseminler dökülüyor; buram buram çocukluğum kokarak. Düriye Abla’nın kahve yapmak için söyleşiye ara vermesini fırsat bilip, düşüyorum yasemin kokularının peşine. Saçlarımda yaseminlerden bir taçla anneannemin evinin avlusunda buluyorum kendimi. Yine bir yasemin yağmuru! Anneannem sesleniyor içeriden, “Kuzucum, yere düşen yaseminleri süpürüver” diye. Canhıraş girişiyorum süpürmeye, ancak ben süpürdükçe yenileri dökülüyor. Koskoca yasemin, küçücük bir çocukla inatlaşıyor sanki. Ama hayır!… Aslında bu bir oyun teklifi, yasemin benimle oyun oynamak istiyor! Çok seviniyorum ve hemen oyunumuza bir ad buluyorum: “Yerden yasemin toplamacılık”. Derken, dayanılmaz bir kahve kokusuyla çocukluğumu anneannemin avlusunda bırakarak, Düriye Abla’yla söyleşimize geri dönüyorum. 

Biraz da eski Kuşadası yaşantılarını konuşuyoruz. “Kışları zeytinde, yazları hep tütünde geçerdi“, diye anlatmaya başlıyor.” Nisan, mayıs aylarında babalar önden gider, çardakları kurarlardı. Sonra eşyalar arabalara yüklenir, hep birlikte tarlalara göçülürdü. Tarla demek, iş demek. Erkenden kalkılacak, tütün kırılacak, tütün dizilecek… Tek tek tütün yapraklarını kırmak, dizmek kolay değil; ellerimiz acılaşır, tütünün acısından. Yaz sıcağı uykumuzu getirir. Babam bakardı ki uyku bastırmış, “Hanım, bir culaf yap da yiyelim derdi. Culaf dediğimiz, şekerli suya doğranmış ekmek. Onu yiyince kendimize gelirdik.”

 Cuma günleri babalar pazara giderlermiş, atlarla. Çocuklar babalarının dönüşünü heyecanla beklerlermiş. Çünkü babalar gelirken beyaz ekmek, leblebi şekeri, inci ve mabel sakızı getirirlermiş. İkindi vaktinde dinlenirken yine komşular bir araya toplanır, tütünün acısına, zorluğuna karşı, beyaz ekmeğin eşsiz lezzetiyle teselli olurlarmış.

“Bir de Perşembe günleri önemliydi”, diyor Düriye Abla. “Perşembeleri eve gelirdik, hemen bir banyo yapar, imkânlar dâhilinde en güzel elbiselerimizi giyer- ama ille beyaz ya da açık renk olacak – doğru sinemaya giderdik. Ayaklarımızda şalvarın açıkta bıraktığı yerler güneşten arap gibi yanmış, ama umurumuz değil! İki sinema vardı: Ilık ve Doğan. Ne heyecanlı olurdu!…” Düriye Abla’nın geçmişine ilişkin pişmanlık duyduğu tek konu, okuyabilmek için yeterince ısrarcı olmaması. Okuyup, öğretmen olmayı çok istermiş. O dönemde pek çok genç kız gerçekleşememiş bu hayali paylaşmıştır ola ki. Ancak bir hayali daha var ki “işte Düriye Hanım budur”, dedirtecek türde: Çok iyi ata binmek istermiş; tarlalardan atın üzerinde uçuşarak geçmek, çalışanları denetlemek… Hanım Ağa olmak!

 Ben bu hayali çok yakıştırdım ona; özgür ve isyankâr ruhuna, lider kişiliğine. Gerçekliğe bürünmemiş olsa da yaşadıklarıyla, yaptıklarıyla zaten o atının üzerinde uçuşup duruyor. Sevdiklerinin birer birer elinde ölmelerinin, kanserle mücadelesinin ruhunda bıraktığı acı izlere inat, umudunu, sevincini asla yitirmemesi, mahallesini ve evini korumak, canlı tutmak için bıkıp usanmadan uğraş vermesi başka türlü nasıl açıklanabilir? 

O atın üzerinden hiç inmemen dileğiyle, Düriye SARAYKÖYLÜ! 

Röportaj ve derleme: Melek – Şefik Sözer