BİR PAKET UNDAN ADA’NIN UNCUSUNA UZANAN ÖYKÜ İBRAHİM YAĞCI

Corona diye bir virüsten sıklıkla söz edildiği, neden olduğu hastalığın “covid 19” diye adlandırıldığını henüz pek de bilmediğimiz; daha doğrusu virüsü pek iplemediğimiz, “Yav bize bir şey olmaz, biz radyasyonlu çaylar içmiş bir milletin evlatlarıyız” kafasındayken, birden bire birbirimizden tecrit edildiğimiz günler…

Olayın Çin işi mi, Amerikan işi mi, yoksa uzaylıların işi mi olabildiği üzerine bahisler sosyal medyada yarışa dursun,  “Evde kal, sağlıklı kal”  sloganıyla evlerimize kapandığımız; mecburen kendimize, varsa ailemize, evcil hayvanlarımıza, balkondaki çiçeklerimize özendiğimiz ve hiç pişirmediğimiz kadar yemek pişirdiğimiz;  türlü çeşitli börek, tatlı tariflerini teknolojinin nimeti her ortamda paylaştığımız, ekmeğimizi bile evde yaptığımız günler.

Bir süre sonra bilim insanlarının kaygılarına ve uyarılarına karşın, önce Allaha, sonra kendimize emanet edilip serbest bırakılacağımızı, üç kere “masken, mesafen,  hijyen” demeden sokağa adım atarsak, virüsün bizi cinden beter çarpacağını henüz ezber etmediğimiz günler.

İşte bu günlerden birinde, sınırlı zaman diliminde açık olan büyük marketlerden birine, virüse karşı tam teçhizatlı bir şekilde un almak için gittim. Niyetim, salgın nedeniyle bir araya gelen çekirdek ailemiz için beş çayının yanına bir anne keki karıştırıvermekti. İçerideki sınırlı sayıda müşteriyle sosyal mesafemizi koruyabilmek adına köşe kapmaca oynayarak, koca mağazanın raflarında un aradım; bulamadım. Ve market çalışanından öğrendim ki un kalmamıştı. İçinde bulunduğumuz olağan üstü, ne olacağı belirsiz, dolayısıyla ürkütücü koşullarda milletimiz gardını almış, olası açlık savaşlarına karşı ” Kendi ekmeğini kendin yapmak zorunda kalacaksın” ön görüsüyle paket paket un stoklamıştı. Durumun ciddiyetini hala kavrayamamış olan bense çayın yanına kek karıştırma derdindeydim.

Elim boş, eve dönerken bir yandan da olağan üstü koşullarda “insanların ekmekle imtihanı” üzerine, bizden önceki kuşakların aktardığı deneyimleri düşündüm. Malum, bizler kısa bir dönem sana yağı ve tüp gaz kuyruklarında, fırsat bulursak kaynak yapıp, stok ve kara borsanın ne olduğunu bizzat yaşayarak öğrenen bir nesil olduk. Ancak bizden öncekilerden sıklıkla dinlediğimiz, ne kadar çok anlatılmış olsa da kaygının hiç azalmadığı ve her keresinde “Allah bir daha göstermesin”,  duasıyla orta parmak eklemlerimizi tahtalara vurduğumuz şu karneyle ekmek dağıtımı günleri, kesinlikle bilinçaltımıza işlemiş olmalı. Dünyayı yönetme heveslisi milletlerin döktüğü onca kan değil de ekmek yiyebilmenin sınırlanmış olması sanki daha derin bir korku bırakmış belleklerde. Çok korkuyoruz aç kalmaktan; ekmek bulamamaktan! Bu yüzden öncelikle boşalıyor un paketlerinin durduğu raflar.

Yürürken, “un” temalı görüntüler geçiyor gözümün önünden. Değirmenlerde öğütülen, henüz fabrikaların bant sisteminde el değmeden paketlenme süreciyle tanışmamış, tam tersine el değerek çuvallara doldurulan, bu arada tepe tırnak bembeyaz olunan, zahirecilerin dükkânlarında kiloyla satışa sunulan unların, anne eliyle ekmeğe, tarhanaya, makarnaya, gözlemeye dönüştüğü görüntüler.

Derken rahmetli İbrahim YAĞCI düşüyor aklıma; hani Kuşadası’nda babadan kalma dükkânında unculuk yapan sevgili İbrahim Amca.

Madem diyorum, un yok ve kek karıştıramayacağım, o halde Kuşadası’nın yakın geçmişi için güvenilir bir belge niteliğindeki GÖZLEM GAZETESİ’ nin sayfalarını karıştırayım. Ve gazetenin 9 Mart 1995 tarihli on ikinci sayısında “İBRAHİM YAĞCI İLE BİR ZAMANLAR KUŞADASI”  başlıklı söyleşiyi buluyorum; sevgili Naime – İbrahim YAĞCI çiftinin mutlulukla gülümseyerek poz verdikleri fotoğrafla birlikte.

Yirmi beş yıl öncesine gidip, artık aramızda olmayan, ancak bir dönem Kuşadası’nın sevilip sayılan isimlerinden birinin anlattıklarından “Ada” nın yakın geçmişini yeniden dinlemek (daha doğrusu okumak), onun baktığı yerden Kuşadası’na bakmaya çalışmak yine değişik duygulanımlar yaratıyor.

Söyleşinin ikinci yazım sürecinde, İbrahim YAĞCI’ nın üç oğlundan ikisi, sevgili dostlarımız Şükrü YAĞCI ve avukat Mehmet YAĞCI’ ya katkıları için minnettarız. Babayı oğullarından dinlemek, babalarını anlatırken nasıl da gururlandıklarını görmek oldukça etkileyiciydi ve söyleşi daha da keyifli hale geldi.

Sapanla Cam Kırardım Hep!

“1926 doğumluyum”  diye anlatmaya başlamış İbrahim Amca. Doğma büyüme Kuşadalı olduğunu vurgulamış; “ hep Kuşadası’nda yaşadım”, diyerek.Altı yaşına dek Türkmen Mahallesi’nde oturmuşlar.  “Sonra orası çarşıya falan uzak olduğu için İki Oklu Mahallesi’nde, Değirmen Sokak’a girdik.”  On beş yaşındayken de Kaleiçi’nde evalmışlar ve İbrahim Amca “askere gidesiye kadar” da orada oturmuşlar.

Çok yaramaz bir çocukmuş. “Sapanla cam kırardım hep! Bir guruptuk biz ve her gün dayak yerdik.” Bu yaramaz grup okulun başöğretmenini çok kızdırırmış; “kır boynuna, hödük”,  diye bağırır ve bir temiz sopa çekermiş hepsine. “Bir gün bana merdivenin başından bir tekme savurdu, ben aşarı yuvarlandım. Babam duyunca başöğretmeni öldürecekti neredeyse. Sonra beni aşarki okuldan ( Mahmut Esat Bozkurt İlkokulu)  sürgün ettiler. Baktım, yeni okulda (Yedi Eylül İlkokulu)  herkes memur çocuğu, uslu uslu geziyorlar; biz de yola geldik.  Fakat öbür okulda beşinci sınıf yoktu. Benim arkadaşlar da beşinci sınıfı okumak için aynı okula geldiler. Biz buluşunca bu arkadaşlarla yeniden haylazlığa başladık tabii.”

Yazıyı okurken, İbrahim Amca’nın bu anıları anlatırkenki hali çok net bir şekilde gözümün önünde canlanıyor:  Yüzündeki muzip gülümseme, gözlerindeki afacan bakış, o yaramaz ilkokul çocuğunun içinde bir yerlerde hala yaşıyor olduğunu duyumsatıyor. Ve başöğretmenin bu bakışı, bu gülümsemeyi görebilseydi nasıl da sinirleneceğini düşlüyorum. Çünkü onca sövgüye, dayağa, hatta tekmeyle merdivenden yuvarlanmaya inat, “acımadı ki, acımadı ki” diye zıplayarak, cebindeki sapanla yeni haylazlıklar peşinde koşuverecek çocuk hiç büyümemiş sanki.

Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı İlk Öğrenim Diploması

Bol olaylı, dayaklı, sürgünlü geçen ilkokul yıllarından sonra, yaşamının okul sayfasını hiç açılmamak üzere kapatan İbrahim YAĞCI, Kahramanlar Caddesi’nde hala aileye ait olan babasının dükkânında “hayat dersleri” almaya başlamış.

Ancak bu bölüme geçmeden önce, yıllarca özenle saklanan ve söyleşi sırasında bize gururla gösterilen ilkokul diplomasından söz etmek istiyorum. 363/50 nolu “Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı İlk Öğrenim Diploması” nda şunlar yazılı:                                                    “Beş sınıflı Kuşadası Birinci Okulu’nda öğrenimini bitirerek, 1939 – 1940 yılı sonunda yapılan sınavda kazandığı dereceler gösterilmiş olan İ. Yağcı’ya bu diploma 1940 yılı Haziren ayının 24’ü pazartesi günü verilmiştir.”

Metnin altında imzası bulunanlar, “İzmir İlbayı” adına bir yetkili ve “Kültür Direktörü A. Rıza Erkut”.

İbrahim YAĞCI’ ya 1940 yılında verilmiş olan bu diplomadan, Kuşadası’nın İzmir’in ilçesi olduğunu, okulların Kültür Bakanlığı bünyesinde yer aldığını, “vali” yerine “ilbay”, imtihan” yerine “sınav” sözcüklerinin kullanıldığı bir öz Türkçe resmi dilin geçerli olduğunu öğreniyoruz. Bu da ister istemez siyasetin, haritaları, devlet yapılandırmalarını ve hatta kullanılan dili değiştirmeye nasıl da yetkin olduğunu düşündürüyor; dolayısıyla siyasal aktörlerin niteliğinin yazgı belirleyici gücünü.

Bir Zamanlar Kahramanlar Caddesi

Baba Mehmet YAĞCI ’nın zahire dükkânı işlettiği, oğul İbrahim YAĞCI’ nın da ilkokul bittikten sonra “hayat dersleri”  almaya başladığı Kahramanlar Caddesi,  elbette ki bugünkünden epeyce farklı bir yapıya ve görünüme sahipmiş. “İkinci Cihan Harbi seneleriydi”, diye anlatmış İbrahim Amca: “Ada’da çok asker vardı. İzzet Ağa Pasajı o zamanlar handı. Askeri alay kullanırdı orayı. Giritli kunduracı Hasan Usta’nın dükkânı vardı, nalbant, kalaycı, bir de terzi Mehmet Usta’nın dükkânı; barlar sokağının olduğu yerde. Komşumuz Şerafettin Usta vardı. Ondan kunduracılık zanaatını öğrendim. Dedim ya oralarda yetiştim; türlü çeşitli işler yaptım.”

Konu “türlü çeşitli işler” e gelince, Mehmet YAĞCI’ nın bilgilerine başvuruyoruz. Öncelikle adını aldığı dedesini anlatıyor bize. Dede Mehmet YAĞCI atına binip çevre köy ve kasabaları gezer, en güzel, en taze süt ürünlerini toplar, Kahramanlar Caddesi’ndeki dükkânında satarmış; zahirenin yanı sıra. İbrahim Amca ise aynı dükkânda 1970’lere dek önce kavaflık yapmış. “Ben çocukken birlikte İzmir – Kemeraltı’na giderdik. Yahudi bir esnaftan deri, derby yapıştırıcı gibi ayakkabı malzemesi alırdık” , diye anlatıyor. Daha sonra da un ticaretine başlamış. Ada’ daki tek uncuymuş ve büyük oğlu Şükrü YAĞCI’ nın da işe katılmasıyla uzun yıllar (90’ lara dek) bu ticareti sürdürmüşler.

“Söke’deki un fabrikasından böreklik, baklavalık un, Torbalı’ daki Has Un Fabrikası’ ndan ekmeklik un alınırdı; bu una ofis unu denirdi”, diye anlatıyor Mehmet YAĞCI. “ Bizim dükkana gelen unlar at arabalarıyla fırınlara taşınırdı.  Ofis ununun ihalesi olurdu. O hakkı kazanan kişi unu satabiliyordu ancak. İhale açık eksiltmeyle yapılırdı. Kar marjını ne kadar düşük verirsen, ofis seni tercih ederdi. Babam her ihaleyi kazanırdı. Bir ihalede bizzat tanık oldum, babam sıfır karla işi aldı ve ben çok kızınca bana dedi ki: “oğlum, kar etmek önemli değil, ben alacaklarımın tahsili için bunu devam ettirmek zorundayım.”  Yine çok ilginçtir, ofis una zam geleceğini önceden bildirirdi. Babam da tek tek fırınları dolaşır, zam gelmeden unlarını almaları için fırıncıları uyarırdı. Parası olmayana zaten veresiye verirdi. Yani günümüz insanının asla anlayamayacağı bir ticaret ahlakı vardı babamın.”

Turizmin giderek önem kazanmasıyla birlikte büyük oğul Şükrü YAĞCI, bir iş değişikliğine gidilmesi gerektiği düşüncesiyle, babasını da ikna edip, şimdilerde ayakkabıcı olan köşe dükkanı da içine alan bir cafe-bar işletmeciliğine girişmiş.

“ORIENT CAFE BAR RESTAURANT, o dönemde Ada’daki tek mekandı”, diyor Şükrü YAĞCI.Tahta masalar ve sıralar yaptırmıştım; birahane tarzı. O zamanlar çok modaydı. Oldukça güzel bir mekan olmuştu ve uzun yıllar çok iyi iş yaptık.”

Yine İbrahim Amca’nın anlattıklarına dönelim. Kuşadası’nın henüz turizmle tanışmadığı, halkın tütüncülük, zeytincilik, bağcılıkla geçindiği yıllardaki yaşam biçiminden söz ederken, “ yazın Kuşadası boşalırdı”, diye söze başlamış İbrahim Amca.  “Yaz gelince herkes tarlaya göçerdi. Esnaf da akşam olunca dükkânını kapatır, tarlasına, bağına giderdi. Öyle şimdiki gibi tatile gelenler filan olmazdı.”

Bu arada Samos esnafıyla yaşanan ticari ilişkilerden konu açılıyor. “Samos’tan adalılar gelip, urgan, eşek semeri, yiyecekler, içecekler, bol miktarda küner, hatta canlı hayvan satın alırlardı. Gidip gelmek şimdiki gibi zor değildi. Biz de bir keresinde bir grup arkadaş gezmeye gitmiştik. Ben o zaman yüz lira verdim, bana tanesi yirmi bin drahmi olan yirmi dört tane kâğıt para verdiler. Gidiş geliş yol parası, bir de huduttan çıkış parası, hepsi yirmi beş liraydı. Paranın kalanıyla bir hafta dört köşeli yedik içtik. Dönerken hanıma hediyeler getirdim.”

Şimdi yazarken düşünüyorum: Bir hafta” arkadaşlarla dört köşeli yeme içme” özgürlüğünün teşekkürü olabilir mi acaba, bu “dönerken hanıma hediyeler” getirmek? Sonra söyleşi sırasında sevgili Naime Teyze’nin de yanımızda olduğunu ve bu anıları yüzünde tebessümle dinlediğini anımsıyorum. Belli ki onsuz yaşananlara rızası olmuş. Yine de feminist damarım hoşnutsuz. Kadınlarla erkekleri sefada da, cefada da ayrı bırakan geleneksel yapıyı hoş göremiyorum.

CHP’li İbrahim Yağcı

Babası Serbest Fırka döneminden Halk Partili olan İbrahim Amca, askerdeyken, 1954 yılının on birinci ayında partili olmuş. “Teskere alıp geldim, babam, hangi partiye gireceksin, diye sordu. Ona ben zaten Halk Partiliyim dedim. Çok memnun oldu, ben de bunu beklerdim senden, dedi.”

İbrahim YAĞCI gerçekten çok bağlıymış partisine. Bu bağlılığını oğlu Mehmet YAĞCI da doğruluyor.  “Rahmetli İsmet İNÖNÜ’ ye hayrandı. Bülent ECEVİT’ e de. Hatta en küçük kardeşimiz 1969’da doğduğunda, ne yapıp, etmiş, ECEVİT’ le görüşüp onayını almış ve altıncı çocuğuna “BÜLENT” adını koymuştu.”

Gururla ve keyifle anlatmayı sürdürmüş İbrahim Amca: “ Çok çalıştım partimde. Kurultay delegesiydim. Ankara’ya üç defa gittim. Tabii o zaman direk otobüs yok. Parası olanlarla otobüs tutar, bütün partililer giderdik Ankara’ya. Hem kurultaya katılırdık, hem de bir birahane vardı, orada paraları yer, dönerdik.”

Gençlik yıllarındaki Kuşadası’ndan söz ederken fakirlik olgusuna sıklıkla vurgu yapmış:. “İnsanlar fakirdi. Çoğunlukla kıt kanaat geçiniliyordu.” Dünyanın yıllar süren koca bir savaştan çıktığını, öncesindeki varlığı savaşın yok ettiğini düşününce, insanların yaşama tutunma çabalarında nasıl bir maddi sıkıntı içinde oldukları çok anlaşılır elbette.  İbrahim YAĞCI böyle bir dönem için yine de şanslı sayılabilirmiş. “Askerden döndükten sonra babam bana bir ev alıverdi, bir de everdi. Cebime koyduğu beş bin lira sermayeyle komşumuz Şerafettin Usta’da öğrendiğim zanaatla kavaflığa başladım. Herkesin durumu ortadaydı. Sağa sola elimden geldiğince yardım ettim. Ama kavgamız da hiç bitmedi!”

CHP – DP Ayrışması

Arkadaşlarının çoğunun birer birer Demokrat Partili olmasından söz ederken, askerliğinden beri bir “Cumhuriyet Gazetesi Okuru” olduğunu övünçle anlatmış. DP’ye geçen arkadaşlarla dükkân içinde tutuştukları iddialar, yaşadıkları gerginlikler git gide artarken, dükkâna gelenlerin de yavaş yavaş ayağı kesilmeye başlamış. “ Babam sermayeye dayanmasaydı işim çok zordu. Çok kavga ettim particilik yüzünden; hem de silahlı, bıçaklı kavgalar. Bir keresinde Halk Partisinden yana polisler sayesinde kurtuldum. Bir keresinde de bir geceyi karakolda geçirdim.”

“Babam, o dönemde yaşadığı zorlukları bize de sıklıkla anlatırdı” diyor Mehmet YAĞCI. “Radyodan her gün  “vatan cephesine katılanlar”  diye isimler okunurmuş. Bazı insanların mecbur bırakıldıklarını anlatırdı babam. Dolayısıyla Halk Partili olma konusunda taviz vermeyen, İbrahim YAĞCI gibi sağlam duranlar yalnız kalmışlar. Çünkü onların yanında görünmek bile insanın başına dert olabiliyormuş.”

Bir Halk Partili olarak, Demokrat Parti’nin iktidarından rahatsızlığını epeyce vurgulayan İbrahim Amca, “dertliyim, onu da anlatıvereyim”, diyerek, Kahramanlar Caddesi’ndeki iki dükkânlarını nasıl yok pahasına elden çıkardıklarını sitemle anlatmış: “DP’nin iktidar olduğu zamanda bir gün, bir laf çıktı. Deniyor ki dükkânlar istimlak edilecekmiş. Arkadaşları babama durumu anlatmışlar, dükkânları bir an önce elden çıkar, yoksa istimlak olacak, demişler. Babam da iki dükkânı o zaman için epey ucuza sattı. Hâlbuki istimlak filan olmadı. Gerçi o paralarla yine mal aldık ama yok yere iki dükkândan olduk.”

O yıllarda köyleriyle birlikte on binin altında nüfusuyla küçük bir tarım kasabası niteliğindeki Kuşadası, ülke genelindeki politik ayrışmayı oldukça sert bir biçimde yaşamış. Esnafın ikiye bölündüğü, mahalle kahvelerinin destek verilen partiye göre mimlendiği şu malum dönem. Hoş, o yılların sorunu gibi dile gelse de bugün bile varlığını sürdüren bir ayrışma bu. Ve biz insanlar, günü birlik dayatılan politikalarla değil de her alandaki doğru üretimi hedeflediğimizde geleceğimizin aydınlanabileceğine ikna oluncaya dek de sürecek görünüyor.

Yedinci çocuğu Lütfi SUYOLCU

Naime – İbrahim YAĞCI çiftinin üçü kız, üçü erkek olmak üzere altı çocukları var. Ancak diyor ki: “Lütfi’yi o kadar çok severim ki o benim yedinci çocuğumdur.”  Anlattıklarından gerçekten de bir baba gibi düşkün olduğu anlaşılıyor Lütfi SUYOLCU’ ya. Hatta SUYOLCU’ nun, tutku derecesinde bağlı olduğu, uğruna gözü kara kavgalar ettiği Halk Partisinden ayrılıp, başka bir parti çatısı altında siyasete devam etmesi bile bu sevgiyi engelleyememiş. “Kabahat bizde”, demiş; “ çok hakaretler yapıyoruz, Lütfi’nin suçu yok!”

Babasının Lütfi SUYOLCU’ ya olan sevgisini bir de Mehmet YAĞCI’ dan  dinliyoruz: “Gerçekten çok severlerdi birbirlerini. Çok iyi anımsarım, 1980 ihtilalinden sonra insanlar Lütfi  SUYOLCU’ dan vebalı görmüş gibi kaçarlardı. Babam da tam tersine sahip çıkmıştı. Hatta her zaman yanında olduğunu göstermek için, Kahramanlar Caddesi’ndeki dükkânından sahildeki balıkhaneye kadar kol kola yürür ve geri dönerlerdi. Babamın böyle bir duruşu vardı. Tayinle Kuşadası’na gelen devlet memurlarına bile adeta kol kanat gerer,  elinden gelen ne varsa yardımcı olmaya çalışırdı.”

İbrahim YAĞCI ’nın 1944’te yazıldığı efsane Kuşadası Belediye Bandosu’nda kısa süre de olsa müzisyenlik geçmişi var. Askere gitmeden önce katıldığı bando ekibinde alto ve trombon çalmış.

Ve son olarak İbrahim Amcamız, Kuşadası’nın değişmesinden hiç de mutsuz olmadığını vurgulayarak şunları söylemiş: ”Ben yenilikçiyim; yeniliği beğeniyorum, parayı beğeniyorum, alış verişi beğeniyorum. Evet,  betonlar çok oldu, keşke daha dikkatli yapsalardı, ama bak, hepimiz para kazanıyoruz!”

      Corona günlerinde market raflarında bulamadığım unun Kuşadası’nda güzel bir öyküsü, öykünün de yürekli bir kahramanı varmış. Yakın geçmişteki bu öyküyü ve kahramanını geleceğe taşımış olmanın keyfi de bize yeter!

                                                                                  

Röportaj ve derleme:  Melek – Şefik Sözer