Direksiyon Başında Bir Ömür KUŞADALI USTA ŞOFÖR TANER SOYKAN

Benim çocukluğumda sadece zenginler taksiye binerlerdi. Markasını, özelliklerini hiç bilmezdim de yan camlarının altındaki siyah beyaz dama kuşaklı araçlar pek bir havalı, pek bir erişilmez görünürdü gözüme. Bugün bile zihnimdeki fotoğraf çok net: Arka koltukta takım elbiseli erkekler ve süslü, şık kadınlar oturur; duraklarda otobüs bekleyen kalabalıkların, müşteri istiflemiş dolmuşların önünden, yanından kibirle geçip giderlerdi.

 Aslında belki de Yeşilçam filmlerinin zihnime yerleştirdiği görüntülerdi bunlar, diye düşünüyorum şimdi. Malum, “iki film birden” oynatılan sinema salonlarının, yazlık bahçe sinemalarının düşlerimizi renklendirdiği çocuklardık bizler. Taksi şoförlüğü en çok Ayhan Işık’ a, bir de Sadri Alışık’ a yakışırdı. Dürüst, mert, gözü kara şoförlerdi onlar; haksızlığa katlanamaz, gerektiğinde müşterilerine bile “Allah ne verdiyse” girişirlerdi.

Kuşadası’nın ilk taksi şoförlerinden Taner Soykan ile görüşmemiz öncesinde hep bu görüntüler canlandı zihnimde. Arabaya binen her müşterinin başka bir öyküsü olmalıydı ve her yolculuk başka bir serüven. Hani matematik soruları vardır ya “A noktasından B noktasına gitmekte olan araç” diye başlayan, işte o iki nokta arasındaki hayat bilgisi dersiydi merak ettiğim; birbirini hiç tanımayan şoför ve yolcuların birbirlerine kattıkları ya da birbirlerinden çıkardıkları değerlerin neler olduğu.

 Taner Bey’in önceleri muavinlikle başlayan şoförlük serüveni, 1959 yılında ehliyet alarak geçtiği şoför koltuğunda üç yıl öncesine dek sürmüş. “Şoförler Odası’ nda sıra numaram 1”,  diye özetliyor onca yılı.Neredeyse altmış yıl!… Bir çırpıda söyleniverdiği gibi değil kuşkusuz. Kimlerle karşılaşılmış, neler yaşanmış? Hangi marka arabalarda direksiyon sallanmış? Bunca yıl süresince yaşayarak öğrenilen Hayat Bilgisi derslerinde hangi kazanımlar elde edilmiş?…

Söyleşimiz de bir taksi yolculuğu gibiydi. Şoför koltuğunda Taner Bey, arka koltuklarda biz. Süslü hanımlar ve şık beyler gibi değil, yol boyunca yaşanan her bir ayrıntıyı merakla öğrenmek isteyen iki öğrenci gibi, mesleğin raconunu, jargonunu ilk ağızdan duyarak, birikmiş onca anıyı dinlerken şaşırarak, gülerek, üzülerek uzunca ve keyifli bir yolculuk yaptık

Zorlu Çocukluk Yılları

1941 yılı Cumhuriyet Bayramı gecesinde, ailenin dördüncü çocuğu olarak dünyaya gelmiş Taner Soykan. Bu doğum bayram sevincini çoğaltmış, çoğaltmasına da malum, dünyada ikinci büyük savaş yaşanıyor; “Çocukluğumuz yokluk içinde geçti.” diyerek anlatıyor o yılları. Üstelik henüz bir yaşını doldurmadan da babasını kaybetmiş.

“Babam, Denizeller’ in prina fabrikasında çalışıyormuş. Hemen sahildeydi fabrika. Zaten o zamanlar Ada’ da üç beş tane zengin adam vardı. Denizeller fakir fukaraya çok yardım ederlerdi. Fabrikada ilk sıkımdan sonra çıkan posaya prina denir. Prina ikinci kez prese sokulur, çıkan yağla da sabun yapılırdı. Tabii bu prinadan çıkan gazlar zehirliymiş. Babam da o kokudan zehirlenmiş.”

Taner Bey Girit kökenli bir aileden geliyor. Dedeleri Ahmet Berberoğlu, İstanbul’ da polis okulunda (29 Mart 1891’ de Zaptiye Nezareti bünyesinde açılan “Polis Dersanesi” olmalı.) öğrenim görmüş ve polis komiseri olarak görev yapmış. Sakız’ da görev yaparken, ailenin beş çocuğundan biri olan Fatma Hanım (Taner Bey’ in annesi) dünyaya gelmiş. Beş çocuk içinde tek erkek evlat, Mustafa Berberoğlu. (Kuşadası eski belediye başkanlarından Engin Berberoğlu’ nun babası, Taner Bey’ in de dayısı.) Fatma Hanım henüz genç kızken aile Sakız’ dan Girit’ e geri dönüp Kandiya Kasabası’ na yerleşmiş. Ailenin Kuşadası’ nda  “Kandisolar” lakabıyla anılmasının nedeni de bu: Kandiya’ dan geldiklerini anlatıyor.

Taner Bey’ in baba tarafı da Giritli. Babası Mustafa Soykan Balkan Savaşı’ nda on iki yıldan fazla askerlik yapmış. Hatta savaş sırasında, İkioklu’ daki fırıncı Yüksel’ in Babası fırıncı Ahmet ile birlikte iki yıl İngilizlerin elinde esir kalmışlar.

Her iki aile de mübadeleden çok önce, 1890’ ların başında Girit’ ten göç etmişler. Bu nedenle mübadillere sağlanan türde bir hakları olmamış. Önce Söke’ ye yerleşmişler. Ancak Taner Bey’ in deyişiyledenize alışkın oldukları içinSöke’ de mutsuz olunca  Kuşadası’ na gelmişler. Fatma Hanım’ ın babası (komiser dede), Kervansaray’ ın köşesinde gaz yağı, benzin, sigara satılan bir dükkân açmış. Anne Fatma Hanım ve baba Mustafa Bey Söke’ de evlenmişler ve dört çocuk sahibi olmuşlar. Ailenin tek kız evladı Afet Özçetin vefat etmiş. Oğulların üçü de sağ: Hüseyin, Ahmet ve Taner Soykan.  Aile daha sonra bir ev alıp Kuşadası’ a yerleşmiş; Taner Bey de Kuşadası’ nda doğmuş.

Gerekçesi ne olursa olsun, tutunup kök salınan, ait hissedilen topraklardan kopup hayatı sil baştan, bir kez daha kurmaya çalışmanın dayanılmaz ağırlığı, büyüğünden küçüğüne her bireyin omuzlarına fazla gelmiş elbette. Ancak çaresiz herkes kendi omzundaki ağırlığı yüklenip yaşamaya devam etmiş.

Çok Çalışmalı Bir Hayat

“Fakir insanlardık.” diye anlatıyor Taner Bey: “ İlkokula giderken sabah çok erken kalkıp bir buçuk saat süresince simit satıyordum. Simitleri İkioklu’daki Ahmet Abi’ nin fırınından alıyordum. O fırın hala duruyor Anıt Sokak’ ta. Babamın asker arkadaşıydı. Balkan Savaşı’ nda iki yıl esir kalmışlar İngilizlerin elinde. Beni çok severdi rahmetli. Kapaklı bir camekân vardı. Onun içindeki simitlerin hepsini satınca beş – altı kuruş kazanıyordum. O zaman için fena para değildi.”

Taner Bey de pek çok akranı gibi 7 Eylülİlkokulu’ nun,  Aslanlar Caddesi’ndeki eski binasında okula başlamış. Okul Müdürü Reşat Özbek, Sınıf öğretmeni de Celal Bey’ miş. Okula gitmeyi çok seviyormuş; ilk derse bir camekân dolusu simidi sattıktan sonra yorgun başlasa da… İlkokuldan sonra Kaya Aldoğan Orta Okulu’ na başlamış. Bir yıl ikmale kalarak orta öğrenimini dört yılda tamamlayabilmiş.

“Sonra okumadım.”, diyor. “ Devam etmek isterdim, ama nasıl olacaktı? Çalışmam lazımdı. Zaten ortaokula giderken bile yazın kamyonlarda muavinlik yapıyordum; bazen Hüseyin Abi’ min yanında, bazen Mehmet Talay’ ın yanında. Çok çalışmalı bir hayat geçirdim.”

            Dört kardeşin içinde yalnız Ahmet Soykan lise öğrenimi almış.

“Söke’ de dayımın arkadaşı Kemal Bey vardı. Abim liseyi okurken onların evinde kalmıştı. Allah razı olsun! Liseden sonra İzmir Tariş’ te muhasebeciliğe başladı. Biz Hüseyin Abimle kamyonculuğa başladık. Tabii ben muavindim. Askere gitmeme bir sene kalana kadar kamyon muavinliği yaptım. 1959 senesinde ehliyet alınca da kamyon şoförü oldum. “

Taner Bey kamyon şoförü olarak bir yıl kadar çalışmış. Kamyon sahibinin Davutlar’daki arazilerinde yetiştirdiği sebzeleri İzmir’ de kabzımala götürüp boş kasaları tekrar tarlalara bırakırmış. Aylıkla çalıştığı bu işten, Seyit Ali Amca’ nın 1946 model Ford’ unda taksiciliğe başlayınca ayrılmış. Birkaç ay sonra da askere gitmiş.

Askerlik süreci dışında Kuşadası’ dan hiç ayrılmadığını söylüyor Taner Bey. Askerlik başladığında önce İskenderun, sonra da İstanbul’ da bulunmuş.

“İstanbul Kasımpaşa Deniz Hastanesi’ nde amiral şoförüydüm.60 İhtilali zamanıydı. Deniz Hastanesi Baş hekimi Mehmet Ali Işığıgür,  sonradan amiral olmuştu.”

            Askerlik bitince Taner Bey’in Kuşadası dışındaki yaşamı da sona ermiş. Doğup büyüdüğü memleketine geri dönmüş; bir daha da hiç ayrılmamacasına. Kuşadası ilçe sınırlarını kendi dünyasının sınırları gibi bilmiş sanki. O dünya, işte o matematik sorusundaki A noktası olmuş hep. Onca yıl, değişik marka arabalarla çeşit çeşit müşteriler taşıdığı sayısız B noktasından ille de geri dönmüş memleketine, dünyasına, yuvasına…

“Askerlik dönüşü bir süre orda burda taksicilik yaptım. Şoför olarak tabii. Sonra dayımla (Mustafa Berberoğlu) araba aldık, iş ortağı olduk. On üç sene birlikte taksicilik yaptık. İyi geçinirdik, Allah rahmet eylesin! Daha sonra da bir taksi aldım, kendime çalışmaya başladım.  Turizmin yeni başladığı zamanlardı. Crity diye bir gemi geliyordu Ada’ya, bir de Neptün. Ama iskele yoktu, yanaşamıyorlardı, turistler kayıklarla getiriliyorlardı.  1956 – 57 senelerinde Adnan Menderes iskele yapmaya başladı Kuşadası’ na. Önceleri İzmir’ e bağlıydık. Kuşadası kazaydı, Selçuk da nahiye. Selçukluların bütün resmi işlemleri Kuşadası’nda oluyordu. Biz Selçuk’ tan taksilerle dolmuş yapardık. O zamanlar tabii yollar hep stabilize, toprak, virajlı… Söke yolu da öyle. Dolmuş falan yok daha; sırf taksi. Zaten taksi olarak da altı, yedi arabayız; Ömer Abi, Keremlerin Avni Abi, Çatalkafa Şükrü, Cahit, Seyit Ali Amca, bir de ben. Bazen Selçuk dönüşü yolcu bulamazdık, bırakırdık arabaları orada, birimizin arabasına biner, dönerdik Ada’ ya.”

Taner Bey’ le biraz araba modellerinden, kullandığı arabalardan konuşuyoruz. Elbette ki onun için bir uzmanlık konusu bu. Üstelik benim gibi konuya çok ilgisiz, dolayısıyla bilgisiz biri için oldukça bilgilendirici bir konuşma oldu diyebilirim.

“İlk kullandığım araba 59 Ford’ u dayımla birlikte almıştık. Sonrasında Çatalkafa Şükrü’ den 66 Chevrolet almıştım kendime. Üç dört sene kullandım o arabayı. Daha sonra Söke’ den taksici bir arkadaşım 63 Chevrolet getirdi bana. Arkadaşıma 66’ yı verdim, üstüne de o zaman için iyi paraydı, iki yüz lira verdim, 63’ ü aldım. 66’ lar ağır kasa; ön düzenler pek sağlıklı değil; takozlu falan. Chevrolet’ nin en çok tutulan modeli 63 ve 64.  Cahit’te, Şükrü’de ve Avni Abi’de 8 silindir 46 Ford vardı. Enver Abi’de Morris; İngiliz arabası. Ömer Abi’ de de A 40 Austin. Ben askerden önce 56 model Humber Hawk kullanmıştım. Osman’ın babası Kunduracı Yusuf’tan almıştım. Söke’ de Çelik Bey’ den almıştı o arabayı. Çok güzel bir arabaydı.”

Bu arada dönemin en fiyakalı araba modelinin Ford olduğunu öğreniyorum. “Fordlar çok revaçtaydı.”,  diye anlatıyor Taner Bey. Rahmetli babam düşüyor aklıma: modelleri yakından takip eden bir araba sevdalısıydı o da ve arabalardan söz açılınca hep şu tekerlemeyi yinelerdi:  Al bir Ford / Ol bir lord.

 İstemsiz gülümsüyorum.

Turizm Başlayınca…

        “…bizim işler çok arttı.”, diye anlatmaya başlıyor. “Daha doğrusu bütün işler çok arttı, Kuşadası değişti.”, diye vurguluyor. İskelenin yapılmasıyla birlikte büyük gemiler rahatlıkla yanaşabildikleri için gemi sayısının çok arttığını,  Kuşadalı esnafın bu gelişmeden çok memnun kaldığını anlatıyor.

“İki yazıhaneydik. Güven Taksi ilk Yazıhane. Cafer Ağa (Çobanoğlu)’ nın. Onda çok araba vardı. Sonra ben Deniz Taksi yazıhanesini açtım. On altı araba vardı. Bir de Ahmet Çınar’ın yazıhanesi açıldı. İki araba da onda vardı. Hepsi aynı cadde üzerindeydi; eski Belediye binasının orada.  Durak sahibi olmanın pek bir avantajı yoktur, ama sorumluluğu çoktur. Yanında çalışan şoför bir olaya, bir kazaya karışırsa durak sahibinin başı derde girer.  Herkes sırayla müşteri alırdı. En cazip iş Efes’ e gitmekti; yol kısa, parası iyi. Yirmi Dolar alırdık. Yazıhanelerde ücret ortaktı. Ama dışarıdan müşteri alıyorsan, pazarlıkla alırdın. Bunlar yazıhaneyi alakadar etmezdi. Yakın tarihe kadar ‘hanut’ diye bir şey de yoktu. Dükkânlar çoğalınca müşteri çekmek için böyle bir uygulama başladı. “

Kuşadası’nda turizmin bugün geldiği noktada artışlarla birlikte, eksilmeleri de gözlemlemiş Taner Bey:

 “Önceleri daha iyiydi.”, diyor; “Çok fazla gemi geliyordu, oteller doluydu. Bütün esnaf tertemiz, traşlı, papyon, kravat… öyle karşılanırdı turistler. Sonrasında gelenler de  çok arttı, esnaf da.”

Bu konuşmayı dinlerken kimi görüntüler geçiyor belleğimden. Bir zamanlar Kuşadası’ nda yaz akşamları oldukça şık kadınlar ve erkekler doldururdu restoran ve kafelerin masalarını. Tam da Taner Bey’ in söylediği gibi akşam servislerine özel bir önem verirdi işletmeler. Çalışanlar son derece bakımlı görünürlerdi. Aradan geçen zamanda neler oldu da o şık, bakımlı insanların yerini, mayosunun üzerine şortunu geçirip plaj terlikleriyle akşam yemeğine gelenler aldı? İşletme çalışanları neden öz bakımlarını savsaklar oldular? Nicelik artışı nasıl oldu da niteliği böylesine eksiltti?

Taksicilik de elbette bu değer eksilmesinden payını almış. Duraklar çoğalıp rekabet artınca yeni uygulamalar gündeme gelmiş. Araba sayısı çok olan taksi durakları belli işletmelerle anlaşarak daha iyi bir iş kapasitesine sahip olabiliyorlarmış.

“Bizim böyle bir şansımız yok.”, diyor.  “Sekiz arabayla iş bağlamak zor.  Yirmi – yirmi beş araba olmalı ki iş bağladığın işletmelere üçer beşer gönderebilesin. Biz sadece çıkan müşteriyi oteline götürüyor,  bırakıp dönüyoruz. Artık taksimetre ne yazarsa..  Aramızda lisan bilen arkadaşlar iş bağlayabilirlerse Efes, Didim ve Selçuk’ a müşteri götürüyoruz.”

“Bir de şu hastalık dalgası çıkmayaydı!…”  diye tamamlıyor sözlerini. Kuşadası turizminde gelinen son durumda nitelikten vazgeçilmişlik kanıksanmış, ancak salgınla birlikte turizmden vazgeçmek zorunda kalınırsa ne yaparız,  kaygısı herkes gibi onun da gözlerinden okunuyor.

Taksimetre kullanımı 1980’lerin başında başlamış. Daha öncesinde müşteriyle pazarlık edilerek ücret belirleniyormuş. Taksimetre kullanımından çok memnun kalmış taksiciler. “Ne yazarsa o; ne bizim başımız ağrıyor, ne müşterinin.” Ancak turistler de pazarlık etmeyi çok seviyorlarmış. Hatta taksimetrede yazan ücretin pazarlığını bile yapan çıkıyormuş. “Taksimetre diyorsun, nooo diyor ;  beş diyorsun, üç diyor. Bizde de olduğu gibi. Türkiye’ ye gelirken birileri tembihliyor herhalde. ”, diyerek çok gülüyor, ancak hemen ekliyor: “Pazarlık etmediği gibi fazla para verenler de oluyor.”

Şoför Nebahat

Yazının başında dedim ya Yeşilçam fantezileriyle büyüdük biz. Söyleşimiz sürerken birden aklıma “Şoför Nebahat” filmi geliyor. Dönemin “dört yapraklı yoncası” nın her birini izlemişizdir o rolde. Hanım hanımcık ev kızı statüsünden, taksi şoförlüğüne evrilen süreçteki değişim, “Gerektiğinde erkek gibi kadın olup evin erkeği rolünün de hakkından geliriz, evvel Allah.”,  mesajıyla erkek egemen toplumsal düzeni pek güzel pekiştirirdi. Önce görüntüde değişim olurdu: Erkek pantolonu ve gömleğinin üzerine omza atılmış deri ceket, toplanmış saçların üzerine bir kasket, göğüs cebinde bir sigara paketi ve bir de stres topu niyetine elde otuzüçlük tespih; racon tamam. Yeni çevrenin jargonuna ağız da alışınca, gelsin “hanım abla” lar, “bey abi” ler, durakta sıra beklerken de atılsın düşeşler, pencüseler…

Acaba Kuşadası’nda hiç kadın taksi şoförü var mıydı?

Taner Bey, beş on yıl öncesinde Türkmen’ de çalışan bir kadın taksi şoföründen söz ediyor. Bu durumun kesinlikle yadırganmadığını söylüyor. “Herkes ekmek parasını kazanma gayretinde.”  Sonra gururla ekliyor: “Bizim burası Kuşadası, kimseyi küçümsemeyiz; saygı duyarız.”

Ne güzel!… Cinsiyet rollerindeki keskin sınırlar, dolayısıyla eşitsizlik öyle çok gündemimizde ve öyle yaşamsal önemde bir sorun ki toplumumuzda, Taner Bey’ in söyledikleri beni çok mutlu ediyor. Umutlanıyorum; egemen olan değil, başka bir erkeklik mümkün hala bu topraklarda diye düşünüyorum.

Jimmy Carter Kuşadası’nda.

            Direksiyon başında geçen altmış iki yılda pek çok anı biriktirmiş elbette Taner Bey. Konu anılara gelince ilk olarak büyük oğlu Gökhan ile o dönemde ABD Başkanı olan Jimmy Carter’ ın çarpışmasını anlatıyor. Normal koşullarda bu iki ismin yan yana anılması bile mümkün görünmezken üstelik bir de çarpışmış olmaları gerçekten ilginç bir durum olmalıydı.

“1980 yılıydı galiba. Bizim Gökhan daha küçük. (1973 doğumlu) Bisiklet almıştım ona. Ben duraktayım, o da arkada, Grand Bazaar içinde bisiklete biniyor. Jimmy Carter da Kuşadası’ na gelmişti o günlerde. Büyük bir heyetle beraber Kervansaray’ ın önünden turistik çarşıya doğru yürüyorlar. Tam bizim durağın önünden geçip çarşıya girdikleri sırada, bizim oğlan nereden çıktıysa bisikletle o kalabalığın içine daldığı gibi tam da Carter’ ın apış arasına çarpmasın mı? Korumalar anında çevresini sarıp bizim oğlanı ablukaya aldılar. Aman, durun, yapmayın, çocuktur… falan diye araya girince durum anlaşıldı. Sonrasında Gökhan’ın başını okşadı Carter ama epey telaşlandık.”

Can Öncelikli…

        Onca yıllık şoförlük yaşamında tehlikeli bir durum yaşamadığını söylüyor Taner Bey. Öfkesine yenik düşüp yarı yolda arabadan indirdiği birisi de olmamış. “Bize yakışmaz!” diyor. “Ama can öncelikli; yolda bir yaralı görsek, arabada çok önemli bir müşteri bile olsa önceliğimiz can kurtarmaktır.”

            Vazgeçilemez bir prensip olarak dile getirdiği bu düşüncesinden sonra, öldü sanılan bir insanın yaşama dönmesinde üstlendiği önemli görevi heyecanla anlatıyor:

“Yazıhaneyi yeni açtığım günlerdi. Sabaha karşı saat: 02 00 sıralarında bir kamyon yanaştı, hastaneyi sordu. Kuşadası’ nı bilmiyor. Yanımda Kasım (Öksüzoğlu) Amca’ nın oğlu Mehmet var. Hayırdır, dedik. ‘’Kaza olmuş, bir bayan var, o iyi ;  ama bir yaralı, bir de ölü var.’’dedi. Ölüyü brandaya sarıp kamyonun kasasına atmış.

O zamanlar daha hastane yok. ( 1966 – 67 yılları) Sahildeki sağlık ocağı var yalnızca. Öyle hastalık, doğum falan hep Söke’ye gidiliyor.

Hemen atladım arabaya, doğru sağlık ocağına. Kasada brandaya sarılı ölüye bir bakalım, kimmiş dedim. Açtık brandayı ama yüzü gözü görünmüyor; kan içinde. Elini yakaladım, baktım nabzı atıp durur. Yaşıyor! O zaman sağlık ocağı da çok yetersiz, doktor falan yok. Bilip dururum, bizi Söke’ye gönderecekler. Hemen arka koltuğa yatırdım, yaralıyla birlikte bayanı da aldım, doğru Söke’ye.  O toprak yolda nasıl gittiysem artık, yirmi dakikada vardım hastaneye. Yaralıları teslim edip döndüm.

Sonradan öğrendim ki öldü zannedilen kişi Kısmet Otel’ in sahipleri Hümeyra ve Halil Özbaş’ ın oğlu, yaralı olan da Haşmet Akdoğan’ ın ablasının oğlu Hüseyin Özbaş. Davutlar yolunda arabayla takla atıp bir ağaca çarpmışlar. İkisi de feci durumdalar. Halil Bey’ in oğlunu sonra İzmir’ e götürmüşler, oradan da Avrupa’ya. İkisi de iyileştiler. Halil Bey’ in oğluyla hala selamlaşırız. “

Bir insanın yaşama tutunabilmesi için küçük bir dokunuş, büyük bir önem taşıyormuş gerçekten. Taner Bey dokunuşuyla bir can kurtarmış; boşuna değil, “can öncelikli” vurgusu.

Kendi Memleketimizde Yabancı Olduk.

            Pek çok yaşıtı gibi Taner Bey de eski komşulukları çok özlediğini dile getiriyor. İyi günde, kötü günde bütün komşuların bir araya gelişini, evlerin kilitlenmeyen kapılarını, karşılıksız paylaşımları… Şimdilerde “eski”  diye söz edilen, oysa Kuşadası’ nın özgün değerlerini hala saklamaya çalışan,  sahipleri birer birer bu dünyadan göçünce mahzun kalan, her geçen gün biraz daha dökülen, yıkılan evler için üzülüyor. “En son kayın validem Emine Özkasap kalmıştı İkioklu’ daki evinde. O da ölünce kimse kalmadı. Çocukları o evlerde yaşamıyor hiçbirinin; başkaları oturmaya başladı. Şöyle bir geçiyorum sokaktan, hiç kimseyi tanımıyorum. Görenler de bana soruyorlar, sen nerelisin, diye.”

            Oysa bir zamanlar mahalledeki evlerde yaşayanlar birbiriyle hısım, akrabaymışlar. Mahallenin oğlu olarak Taner Bey, Mahallenin güzel kızlarından Samiye Hanım’ la evlenmiş. Zaten evlerinin arası otuz metreymiş, çöpçatanlığı da başka bir akraba yapmış. “Tabii, eskiden öyle görüşme, konuşma yok. Bir yere gidilecek bile olsa bütün sülaleyle birlikte gidilirdi.” diye anlatıyor, keyifle gülerek.

            Taner Bey son üç yıldır arabasını sadece kendi işleri için kullanıyor. Çünkü altmış beş yaş üstü için müşteri almak yasaklanmış. Ancak çok açık anlaşılıyor ki şoförlük onun için bir meslekten öte,  bir yaşam biçimi olmuş. O yılları anlatırken sadece konuşmadığını, bütün o olayları ayrıntılarıyla yeniden yaşadığını ses tonundan bile anlamak mümkün. İşini çok severek yaptığını, ondan da önemlisi yaptığı işe çok saygı duyduğunu, özellikle vurguladığı etik değerleriyle ortaya koyuyor. Bu tavrıyla ilkeli olmayı ilkel sayan bütün meslek sahipleri için çok özel bir örnek oluşturuyor. Mesleğini aşkla yaptığı o yıllar boyu öyle güzel izler bırakmış ki Kuşadası’ndaki taksi şoförleri için bir “usta” değeri kazanmış.         

Söyleşiyi noktalayıp biz taksiden indikten sonra da Taner Bey’ in yola devam ettiğini düşünüyorum;  Matematik dersindeki “A noktasında B noktasına gitmekte olan araç” ta,  Hayat Bilgisi dersinin “kazanımlar” hanesine yeni değerler eklemeye devam ederek.

     Röportaj ve derleme:  Melek – Şefik Sözer