KUŞADASI’NDA YENİDEN BAŞA DÖNEBİLSEK…

Gün epeyce aydınlanmıştı. Molla Mazlum mağazasının kepengini sabitleyen asma kilidi açmak için eğildi. Yorgun hissediyordu. Gece boyu hiç uyumamıştı. Kulaktan kulağa gelen haberler artık kaygı verici olmanın ötesinde, korkutucuydu. Çirkince’ deki Rum çetelerinin, köydeki jandarma erlerini tehditle firara zorladığı anlatılıyordu. İki gün önce de Söke yakınlarında yine bir saldırı olmuştu; ölenler vardı. İnsanlar korku içindeydiler. Evlerini kapatıp, götürebildikleri eşyalarla iç kısımlara doğru kaçıyorlardı. Söke nüfusu hızla azalıyordu.

Mağazanın demir kepengini kaldırırken her zamankinden fazla zorlandı. Ne yapacağını bilememenin çaresizliği ne uyku bırakmıştı, ne iştah. Zayıf düşmüştü. Eh, yaşı da malum. Zaman hızla geçerken bedenin gücünü, direncini de yanına yoldaş ediyordu.

Mağazanın kapısını açtı. Bir süre eşikte durup içeriye uzun uzun göz gezdirdi. Nasıl da gurur duyardı bu mağazadan! Ne çok emeği vardı! Söke’nin en bilinen, en saygın tüccarlarından biriydi. Dürüstlüğüyle tanınırdı. Kocaman mağazanın içinde bakkaliyeden tuhafiyeye, ne arasan bulunurdu. Çok şükür, kazancı da iyiydi.

Yeniden dışarı çıkıp, çarşıdaki esnaf komşuların dükkânlarına baktı tek tek; dükkânlar bir bir kapanıyordu. İnsanlar korkuyorlardı; yağma, talan, saldırı haberi duymadıkları gün yoktu. Eşi Hatice Hanım da korku içindeydi. Her geçen gün artan sayıda komşu eve kilit vurulduğunu, komşuların çoluk çocuk kaçtıklarını gördükçe korkusu iyice artıyordu. Her akşam iş dönüşü evde konu aynıydı: Kaçmaları gerekiyordu!

Molla Mazlum Hatice Hanım’a hak vermiyor değildi. Ancak kafası çok karışıktı. Ne yaparlardı, nereye giderlerdi? Eve kilit vuruldu diyelim, ya mağaza?.. Onca malı saklayacak bir yeri yoktu ki! Kilit vurup gitmek sorunu çözüyor muydu? Bir gün geri dönseler bile, her şeyi bıraktıkları gibi bulmaları mümkün olabilir miydi ki!

Babası Derviş Efendi düştü aklına…Ve Girit’te bırakmak zorunda kaldıkları nice mezar taşları. Osmanlı zayıf düşünce yaşadıkları zulümden kaçıp, yerleşmişlerdi buralara. Girit’te sahip oldukları malı mülkü bırakmak zorunda kalmış, yükte hafif, pahada ağır getirebildikleriyle yeni bir hayat kurmuşlardı. Kolay olmamıştı köklerinden kopmak ve bilmedikleri yerlerde yeniden kök salmaya çalışmak. Şimdi yeni yerler mi arayacaklardı; yeniden, yabancı bir toprağa tutunmaya mı çalışacaklardı? Yazgıları bu muydu?.. Tek bir yere kök salamamak, bir yerden diğerine savrulmak…

………………………………………………

Sevgili Mustafa Dinçoğlu’nun anne tarafından dedesi Molla Mazlum, bu kaygılar ve korkularla Söke’deki evine ve o koca mağazasının demir kapısına kilidi vurup, ailesiyle birlikte önce Milas’a, sonra da Milas’ın köylerine doğru kaçmış. Ta ki 6 Eylül 1922’de Söke düşman işgalinden kurtarılıncaya dek sürmüş bu kaçış. Söke’ye geri dönüldüğünde karşılaşılan manzara torunlara zaman zaman anlatılmış. Mustafa Bey’in de anlatılanlardan aklında kalan kimi anılar var:

“Dedemler döndüklerinde yanmış, yıkılmış bir Söke bulmuşlar. Tabii dedemin mağazası da yangından nasibini almış. Demir kapısına ve yapısına güvenip, altınları hariç her şeylerini içinde bıraktıkları o koca mağazadan geriye sağlam kalan her şey de yokluk, yoksunluk içindeki yerli halk tarafından yağmalanmış. Anlatırlardı, düğmeler üst üste duruyor halde yanmışlar ama şekil hiç bozulmamış; üst üste duran düğme külleri.”

Ayrıca, yangın sırasında en değerli şeyi alıp kaçmak adına kimi ayrıntı görüntüler kalmış akıllarda, hep dile getirilen: misal, bir kadın kafesiyle kanaryasını kaçırmış, en öncelikli olarak, bir diğeri dikiş makinasının üzerinde duran çerçeveyi.

Sevgili Melek ve Mustafa DİNÇOĞLU ile, uzun süredir bir türlü gerçekleştiremediğimiz söyleşiyi, GÜRBÜZ APART’ ın ofisinde, “maske, mesafe hijyen” koşullarına dikkat ederek gerçekleştiriyoruz sonunda. DİNÇOĞLU çiftiyle bir arada olmak her zaman çok keyif verir bize. Çok içtendirler; hani konuşurken dosdoğru insanın gözlerinin içine bakabilen insanların içtenliği bu. Size kendinizi değerli hissettirirler. Yaşla, yıllarla ilgisi olmayan bilgece bakış açıları vardır; insana, çevreye, dünyaya duyarlı olmalarından kaynaklanan. Söyleşirken öğrenirsiniz aynı zamanda. Ve bir de birlikte geçen elli iki yılın hiç eskitemediği, birbirine aşkla bakan gözler görürsünüz; imrenirsiniz.

Söyleşi süresince aralara, hala – dayı çocukları olan Şefik SÖZER ile Mustafa DİNÇOĞLU’ nun kuzen muhabbeti de eklenince aldığınız keyfin tadı damağınızda kalır.

Dağ Mahallesi’nde Küçük Bir Evde Başlayan Öykü

Mustafa DİNÇOĞLU yaşını kastederek, “Herkese de söylememek lazım”, diye gülerek başlıyor, 20 Şubat 1939’da, Kuşadası Dağ Mahallesi’nde başlayan yaşam öyküsünü anlatmaya. “Küçük bir evdi ve çocuk gözüme çok hoş görünürdü.”

Okul çağına geldiğinde Kuşadası’nda iki okul varmış: “Aşarki okul” (Mahmut Esat Bozkurt İlkokulu) ve “yukarki okul” (Aslanlar Caddesi’ndeki eski 7 Eylül İlkokulu). Ailesi onu “yukarki okul” a vermek istemiş; acıkırsa, susarsa okulun hemen karşısındaki evde oturan anneannesi Hatice Hanım’a geçiversin diye.

“Okulumdan çok memnundum. Küçük bir okuldu ama öğretmenleri çok iyiydi. Öğretmenim Sacit SARIOĞLU, okul müdürümüz Reşat ÖZBEK’ ti. Reşat Bey dördüncü sınıfta matematik derslerimize gelirdi. Hakikaten etkili bir öğretmendi. Gülmeyen bir insandı ama matematik dersini sevdirdi bize.

Gerçi biraz zorla sevmiş de olabiliriz. Çünkü arada sıra dayağına çekerdi bizi. Hiç unutmam, ondalık kesirler konusunda sınıfın çoğunluğu dayak sırasına girmişti. Bazı hazzetmediğim arkadaşlar vardı, onlar dayak yerken ben sıranın altında gülüyordum. (Çocukluk işte, diye gülerek anlatıyor bu anıyı.) Sıra dayağı bittikten sonra Reşat öğretmen bana “Sen gel bakayım”, dedi. Ödüm koptu ama gittim tabii. Herkese dört kere vurmuştu, bana iki kere vurdu. O kadar çok ağlamışım ki teneffüse çıktığımızda, Esat Saygı isimli, iri yapılı bir arkadaşım vardı, yanıma geldi ve dedi ki: “Şuna bak, biz dört tane yedik, sesimizi çıkarmadık, bu iki tane yedi, yerlere yatıp ağladı.

Aradan yıllar geçse de anlatılırken gülünse de çocukları eğitenlerin asık yüzleri ve attıkları dayaklarla anılmaları çok üzücü değil mi? Birilerinin, bir nedenle kendilerini üstün görüp, diğerlerine dayakla hadlerini bildirmeleri ne kadar ilkelse de bu çağda bile kabul görür bir anlayış yazık ki.

Mustafa Bey’in çok etkilendiği bir diğer anısı da ilkokul diplomasını aldığı gün yaşanmış.

“Diplomalarımızı aldık, okuldan çıkıyoruz. Sıra arkadaşım Yalçın, yanıma gelip, diplomanın derecesi ne diye sordu. “İyi” dedim. Diplomasını yüzüme doğru uzatarak “Pekiyi” dedi. Hala unutmam. Fakat o arkadaşımın başarılı bir eğitim hayatı olamadı.”

Ortaokul yıllarının daha renkli geçtiğini söylüyor Mustafa Bey.

“Ortaokulun üçüncü mezunlarıydık bizler. Şimdiki Halk Kütüphanesi, Kaya Aldoğan Ortaokulu’ydu. 1964’te diğer binaya taşındı. Küçük bir bahçesi vardı, bilirsiniz. Bahçedeki meyve ağaçlarından meyve (muşmula)  koparmamız yasaktı. Müdür muavinimiz Muktesit Bey çok değerli bir insandı; kibar, yakışıklı bir adamdı. Matematik derslerimize de girerdi. Bahçedeki meyveleri odacıya toplatır, manav Tevekkel’ e gönderirdi. Meyve satışından elde edilen parayı ya kütüphane ya da okulun diğer ihtiyaçları için kullanırdı.

Okulumuzun küçücük bir kütüphanesi vardı; bir metreye bir buçuk metrelik bir dolap. Sevil ve Yaşar ALTAŞ Kütüphane Kolu Başkanıydılar. Benden iki sınıf büyüklerdi, yani ortaokulun ilk mezunlarından. Ben de Kütüphane Kolu üyesi olarak onların yanında çalıştım. Kayıt tutar, isteyen öğrencilere ödünç kitap verirdik. Kütüphaneyi Sıdıka TANÖREN adında, çok değerli Türkçe öğretmenimiz kurmuştu. Sevil – Yaşar ALTAŞ’ ı ve beni çok severdi. Ben de onun dersinden hep iyi not almaya çalışırdım. Sözlü imtihanlarda pek başarılı olamazdım ama, öğretmenimin bana biraz fazla not verdiğini hissederdim.”

İşte bazı öğretmenler de böyle güzel izler bırakabiliyorlar öğrencilerinde. Aradan kaç yıl geçerse geçsin, her anımsamada gözler ışıldıyor. O öğretmenlerin, öğrencilerinin yüreklerine dokunmuş oldukları çok iyi anlaşılıyor. İşte o öğrencilerden ikisi, yıllar sonra özel mülklerini bağışlayarak Kuşadası’ndaki çocuklara sıra dışı bir kütüphane kazandırıyorlar. Böylece konu SEYAKMER’e geliyor ve saygıdeğer öğretmenlerimiz Sevil ve Yaşar ALTAŞ’ı minnetle anıyoruz.

Mustafa DİNÇOĞLU, o yıllarda Kuşadası’nda lise olmadığı için öğrenimini Balıkesir’ de, ablası ve eniştesinin (Sabahat – Ali ELÇİ, Erdoğan ELÇİ’ nin anne babası) yanında sürdürdüğünü anlatırken, onlara duyduğu minnetin karşılığının olamayacağını özellikle vurguluyor. Bir de “keşke”, diyor;

“Keşke bir aile büyüğüm ya da değer verdiğim bir öğretmenim, daha çok çalışarak, yatılı okul sınavlarını kazanabileceğim konusunda beni yönlendirseydi, abla ve enişteme yük olmadan öğrenimimi sürdürebilseydim. Bu hala içimde bir ukdedir. Onlar bana böyle bir imkân sunmasalardı, şimdi olduğum yerde olamazdım. Hakları ödenmez, nurlar içinde yatsınlar!”

Girit’teki Köklerden Kopup Kuşadası’nda Kök Salmak

Mustafa DİNÇOĞLU, her ikisi de Girit’ten gelen iki ailenin torunu. Dedesi Molla Mazlum’un sekiz çocuğundan biri olan annesi Gülfer Hanım, bebekken çok hastalandığı ve ölmesinden korkulduğu için, büyüklerin önerisiyle “Yaşar” adıyla çağrılmış ve sonrasında da Yaşar Hanım olarak tanınmış. Kuran-ı Kerim’ i tümüyle öğrenip, iyi yorumlayabildiği için “molla” unvanıyla anılan babasının izinde, o da çok güzel mevlit okurmuş.

Mübadeleden çok önce, 1900’lerin başında, Girit’te Yunan milliyetçiliğinin ortalığı kasıp kavurduğu zamanlarda, Dede Enver Reis, kardeşleri Mahmut ve Mustafa Efendi ile birlikte Girit’i terk edip,  Kuşadası’na gelmişler. Üçüncü kardeş İbrahim küçük olduğu için anne ve babasıyla kalmış. Babaları astsubaymış. Babalarının görevi gereği aile bir süre daha Girit’te kalmış. Sonra Selanik’e, ardından sırasıyla Şam(Suriye), Mersin ve Aksaray’ a gelmişler. “Akrabalarımızın bir kısmı hala Aksaray’ dadır”, diyor Mustafa Bey.

“Bizimkiler gemici olduklarından, dedem Kuşadası Limanı’nda işçilerin başı olarak görev alıyor. Henüz 1. Dünya Savaşı başlamamış. Dedem limanı yönetiyor, babam da onun yanında çalışıyor. Şimdiki liman yok henüz. Babam gemilerin vincini kullanırmış. Yükler mavnalara yükleniyor, mavnalar motorla gemiye kadar çekiliyor. Liman işçileri yükleme işlerini yapıyorlar. Ancak zamanla Söke ve Aydın demiryolu açılınca, gemiler İzmir Limanı’ndan yükleme – boşaltma yapmaya başlıyorlar. Bu da Kuşadası Limanı’nı sıfırlıyor tabii. Biz çocukluğumuz ve gençliğimizde limanda gemi görmezdik. “Bir tane gemi görsem, ne güzel olur.” dediğim günlerdi o zamanlar.

Babam sonrasında balıkçılıkla uğraştı; denizden kopamıyordu çünkü. Ardından da kayıkları boyamaktan gelen bir maharetle boyacılığa başladı. Teknelerden sonra, yeni yapılan ya da yenilenen evlerde boya yaparken ben de ona yardım ederdim.

1964’te liman inşaatı başladığında babam da yaşlanmıştı artık. Orada bekçilik görevine getirildi. Böylece düzenli bir geliri olmuştu. Bu arada ben üniversiteyi bitirip askere gittim. Bir buçuk yıllık maaşlı askerlik sürecim başladığında, babam da artık çalışamıyordu. Ben maaşımdan ona para gönderiyordum.”

Söz buraya gelince, Mustafa Bey duraklıyor ve minnetle Melek Hanım’a bakıyor. Çünkü maaşın alındığı gün Melek Hanım, “Babanın parasını gönderdin mi?” , diye sorarmış Mustafa Bey’e. “Bu çok özel bir şey.”  diye ekliyor; “laf olsun diye sorsa bile güzeldir, ama o çok içtenlikliydi.”

Kapitalizmin Oyununa Geldik

Mustafa DİNÇOĞLU, 1964 – 1980 yılları arasında banka müfettişliği, merkez müdürlüğü ve son üç yılında İzmir Şube Müdürlüğü görevleri sonrasında, 1981’de emekli olmuş. O dönemde çıkarılan, yirmi yıl görev yapanların yirmi beş yıl üzerinden emekli edilmesine ilişkin yasadan yararlanmış. Hemen ardından da Kuşadası’na dönüp, ticarete başlamış. 1982’de açtığı kuyumcu dükkânıyla ticaret, aynı dönemde Orhan BAYKARA’nın önerisiyle de politika yaşamına girmiş.

CHP’li oldukları çok net bilinen geniş bir ailenin üyesi olarak, 80 sonrasında Turgut ÖZAL tarafından kurulan ANAP’ta politikaya girme öyküsünü bir cümleyle özetliyor: “Kapitalizmin oyununa geldik.”

“Merkez Müdürü olarak görev yaptığım yıllarda “özelleştirme” olgusu çok konuşuluyordu. Devletin işletmecilik yapamayacağı, kadroların çok şiştiği, bir yumurtayı dokuz kişi taşıyınca da işletmelerin zarar ettiği söyleniyordu. Oysa işini iyi bilen daha az işçiyle daha verimli çalışılırdı. Bu verimden dolayı da bir fabrika daha açabilir, ülke ekonomisine müthiş bir katkı sunardın. Bu formül kafamıza çok yatmıştı. Böylece sol tandanslı bizler, devletin işler yapmasına karşı olduk.

Yanı sıra bir de şu durum var: Terfi dönemlerinde giderek artan kayırmalar çok dikkatimizi çeker olmuştu. Yanınızda staj gören, başarısından çok da emin olamadığınız kişiler, bir bakıyorsunuz, sizin bulunduğunuz yerden daha iyi bir yere yerleştirilmiş. Oysa herkes çalışıp başardığı kadar bir yere gelmeli. Çalıştığım dönemde ne yazık ki bunu bulamadım. Her terfi durumunda siyaset işe karışıyordu. O yüzden memurların da siyasi işleyişi iyi bilmeleri gerektiğini düşünüyorum.”

Özelleştirme olgusu üzerine Mustafa Bey’in düşünceleri konuşulurken, Melek Hanım söze girip, sevgili anneannesi Fatma Hanım’dan söz ediyor. “Anneannem, özelleştirme konusu açıldığında çok üzülürdü ve şöyle derdi”, diye anlatıyor: ‘Biz devlet teşekküllerinin nasıl kurulduğunu çok iyi biliyoruz. Mustafa’ cığım, neden özelleştirmeyi bu kadar çok istiyorsunuz? Biz onları kanımızla, canımızla kurduk. Onları doğru organize etseler ya, kontrol altına alsalar ya!”

Girit göçmeni Fatma Hanım’ın nasıl becerikli, sağlam duruşlu, güçlü bir kadın olduğunu, diğer torunu Saadet TOKGÖZ,  “Yapan da Hanım, Yaptıran da” adlı kitabında ayrıntılı olarak anlatmış. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hangi yoksunluklara karşı kurulduğunu bizzat yaşayarak görmüş bir kadının, temelinde o devleti yok sayma uğraşının yattığı değişim sürecine isyanı, içinde bulunduğumuz koşullarda çok anlamlı gelmiyor mu?        

Sonuç olarak Mustafa Bey “liberal” bir parti olduğu için, “Çalışan kazansın” mantığına uygun olacağını umduğu, “hem sağı, hem solu birleştireceği” savını beğendiği için ANAP İlçe Örgütü Yönetimi’nde politikaya başladığını, 1994 – 99 yıllarında da Belediye Meclisi Üyesi olarak görev aldığını söylüyor. Özellikle Lütfi SUYOLCU’nun ikinci Belediye Başkanlığı dönemindeki muhalif tavrını anımsatınca da şunları anlatıyor:

“Bir devlet tecrübemiz var; kanundan, nizamdan anlıyoruz. Bir medeni cesaretimiz var, bir de kuruşa tenezzül etmeyen bir yapımız var. Dolayısıyla Belediye Başkanı’yla diyalogdan, doğruların yapılması dışında hiçbir talebim yok. Doğru olmadığını düşündüğüm her işe de ‘hayır’ diyorum.

Bir keresinde, başkan yıl sonu raporu sunuyor. Şu kadar yol yaptım, şu ende, şu boyda, diye anlatıyor. Yıllarca müfettişlik yapmışım; benim işim denetlemek. Gittim, ölçtüm o yolları. Gördüm ki yaptığının iki katını söylüyor. Çok kızmıştı bana.

Bir keresinde de gensoru verdik. Oylama sonucu aleyhte çıktı ve başkanlığı düştü. Ancak Kuşadası’nda, arsasına imar bekleyen bir Askeri Yargıtay Üyesi’nin Ankara’da bazı girişimlerde bulunması sonucu “düşme” onaylanmamıştı.

İşte buna benzer şeyler yaşadık.”

Kodi Zehra Hanım’ın Çöpçatanlığı

Okul bitmiş, işe girilmiş, yaş gelmiş yirmi sekize… Yaşar Hanım’ı almış bir telaş; bu oğlanı artık evlendirmek gerek. Aslında birkaç yıl öncesinden Zehra GÜRBÜZ Hanım’ın büyük kızı Melek’ i gözüne kestirmiş, ancak kız daha ortaokul son sınıfta. Yine de peşini bırakmamak gerek, düşüncesiyle takibe almış Melek’i. Bir de ne olur, ne olmaz diyerek başka bir kızı da yazmış aklının bir köşesine.

Gel zaman git zaman, aradan üç yıl geçmiş, Melek gelmiş lise son sınıfa. Güzelliği, zarafeti dillere destan. Oğlu Mustafa’ya açmış konuyu. Bakmış o da hevesli, varmış Kodi Zehra Hanım’ın kapısına.

Rumca bir sözcük olan “kodi”, “kısa” demekmiş. Kodi Zehra kısa boylu, tombul, yuvarlana yuvarlana yürüyen bir kadınmış. (Bunları duyunca gözümün önüne Adile NAŞİT geliyor ve içim ısınıyor Kodi Zehra’ya.) Melek Hanım’ın anneannesiyle de birbirlerini çok severlermiş. Konu Mustafa’nın evliliği olunca, Yaşar Hanım’ın söylemesine gerek kalmadan Kodi Zehra hedefi belirlemiş: Melek GÜRBÜZ istenecek!

Yaşar Hanım telaşlı: “Verirler mi?”

Kodi Zehra çok emin: “Verirler, verirler!”

Gerçekten de veriyorlar Melek’i Mustafa’ ya. Kodi Zehra Hanım Mustafa’yı “öyle övüyor, öyle parlatıyor ki”  kız tarafı kızlarına daha iyi bir damat bulamayacaklarının son derece farkında olarak, gönül rahatlığıyla, hiç de naz etmeden damatlarını benimsiyorlar. Ancak Melek henüz İzmir Kız Lisesi son sınıfta yatılı okuyan bir öğrenci. Üstelik öğrencilere evlilik yasağı var.

Melek Hanım şöyle anlatıyor yaşadıklarını:

“Evet, henüz öğrenciyken aldı beni Mustafa Bey. Yasaktı, yüzüğümü saklamak zorunda kalıyordum. Arkadaşlarım duydular ve biraz da ayıpladılar beni. Ve o arkadaş grubunda üniversite okumayan bir tek ben oldum. Hepsi meslek sahibi oldular. Aralarında profesör olan var. Hala görüşürüz.”

Bu arada Mustafa Bey’ in evlenirken Melek Hanım’ a “Seni okutacağım.” diye söz verdiğini öğreniyoruz. Nitekim lise bitmiş, üniversite sınavına girilmiş ve hukuk fakültesi kazanılmış. Ya sonra?..

“Ben kulağımın üstüne yattım”, diyor Mustafa Bey. “Çalışmasını istemiyordum, yuvamızda daha mutlu oluruz diye düşünüyordum. Görevim gereği Anadolu’ yu geziyordum. Melek Hanım okulda, ben yalnız başıma Anadolu’ da… Aslında fazla da gayret etmedik. Etseydik olabilirdi belki. Melek de çok ısrarcı olmadı.”

“Çok değil, hiç ısrarcı olmadım” , diye onaylıyor eşini Melek Hanım.

Onlar birbirlerine sevgiyle bakarak, birbirlerini onaylayarak bunları anlatırken, ben Melek Hanım’ ı avukat ya da yargıç cüppesiyle düşlüyorum. Nasıl da yakışıyor! Melek Hanım, Anneannesi Fatma Hanım ve annesi Zehra Hanım’ ın güçlü duruşuna sahip, bir o kadar alçak gönüllü ve çağdaş bir kadın, örnek bir insan. Kendisini tanıyor olmaktan büyük mutluluk duyuyorum.

Biz Turizmi Bilmiyoruz

Biraz da Kuşadası’ nı konuşalım diyoruz ve Mustafa Bey’ in Kuşadası’ nın gelişimi konusundaki değerlendirmesini dinliyoruz.

“Kuşadası’ nın üzerine birden bire yığıldı talepler. Turistler artarak geliyor, turizm gelirleri ön görülemeyecek şekilde artıyordu. Gelenlere yatacak yer bulmaya çalışmaktan, daha çok nasıl kazanırız hesabı yapmaktan düşünmeye fırsat bulamadık. Biz Türkler, başımıza bir musibet gelmeden düşünemiyoruz. Oysa Almanlar söylüyorlardı, bu kadar çok bina yapmayın, Kuşadası çok güzel, diyorlardı. Ama biz, Nazilli’ den öğretmenler Kuşadası’ nda yer alıp kooperatif kurunca mutlu oluyorduk; çoğalıyoruz, mallarımız değer kazanıyor diye. Yanlışlara seviniyormuşuz.

Siyaset yaparken Kuşadası’ na faydamız dokunuyor sanırdık. Bizim zamanımızda imar planları yapıldı. Taa dağların dibine kadar imara açıldı, beş kat izni verildi. Buna itiraz etmek aklımıza gelmedi. Demek ki eğitimimiz yeterli değildi; biz turizmi bilmiyormuşuz!

Yeniden başa dönebilsek, şu anda bildiklerimizle her şey çok farklı olabilirdi.”

Peki, artık her şey için çok mu geç?

“Belki geç kalındı dememek lazım. Çok çalışmak, gayret etmek gerekiyor. Eski mahallelerin restorasyonu çok önemli; Kuşadası için yeni bir şans olabilir. Bizde “eski” sözü, kötü anlamındadır; atılması gereken şeyler için kullanırız. Oysa tarihimiz, kültürümüz eskide. Onları göz önüne çıkarmak gerekiyor.”

Sevgili Mustafa DİNÇOĞLU söyleşimizin sonunda, bunca bilgisi, birikimi ve deneyimiyle yetişmekte olan gençlere tek bir söz söylüyor:

 “Atatürk Türkiye için bir şanstır; gelişmiş bir Türkiye için ne gerekiyorsa bize göstermiştir. O’nun ipine sarılın!”

Ve ekliyor: “Yol belli, ışık belli. Ülke olarak emperyalizmden ve onun içerdeki işbirlikçilerinden kurtulabilmek için çok çalışmak lazım!

Mustafa DİNÇOĞLU, her dönemi dolu dolu geçen yaşamına yeni üretimler katmayı sürdürüyor. Kuşadası’nın geçmişini geleceğe taşıma görevini yıllardır özveri ve başarıyla yerine getiren YEREL TERİH DERGİSİ ekibinin içinde olmasının yanı sıra, ADA- ÇEV DERNEĞİ Kurucu Başkanı ve bir Kuşadası sevdalısı olarak, yaşadığı çevreye katkıda bulunmayı kendine görev sayıyor. 1982 yılında kuyumcu dükkânı açarak adım attığı turizm sektöründe, eşi Melek Hanım’ la birlikte apart otel ve daha sonra eşyalı daireler işletmecisi olarak çalışmalarını sürdürüyor.

Ve belki de en anlamlısı, Kuşadası için çok özel bir önem taşıyan DERİCİ GÜRBÜZ ANADOLU LİSESİ ve ZEHRA GÜRBÜZ SPOR SALONU oluşumunda, Melek Hanım’ın ailesiyle birlikte canla başla çalışmış olması.

Sözün özü, sevgili Mustafa DİNÇOĞLU, edindiği onca birikim ve deneyimle hiçbir şey için geç kalınmadığı, Kuşadası için hala “yeniden marka şehir olabilme” umudunun var olduğu inancıyla tüm gücüyle çalışıyor.

Röportaj ve derleme:  Melek – Şefik Sözer