ALTAŞLAR ÖĞRETMEYİ SÜRDÜRÜYOR

 

   Kaya Aldoğan Lisesi’ne 1981’de henüz bir yıllık öğretmenken eş durumu nedeniyle geldim. İlk günlerde yeni bir okul, yeni bir hayat, yeni bir ortam beni çok tedirgin etse de bu olumsuz duygu çok çabuk geçti. Çok şanslıydım, yirmi yıl zevkle çalıştığım okul beni öyle bir kucaklamıştı ki öğretmenlikten öte çok hevesli bir öğrencilik de yaşadım burada. Deneyimli ve sevgi dolu öğretim kadrosu beni çok geliştirdi.

   Üzerimde en çok emeği olanlardan biri de çok kısa süre birlikte çalıştığımız halde Sevgili Sevil Altaş’tır. Aynı branştan olduğumuz için ona çok soru sorardım. Yeni mezun bir öğretmen olarak akademik bilgim çoktu ama öğretmenlik becerim eksikti. Neyi, ne kadar ve nasıl öğreteceğimi; öğrencilere, velilere nasıl davranacağımı öğrendiğim kişilerin başında Sevil Hanım gelir.

  İlk ev gezmesine ona gitmiştim. Akraba günü olduğunu duyduğum için davetine karşı çekingen davranınca: ‘’Artık burada yaşıyorsun, Adalıların arasına karışmalısın.’’ dediğini hatırlıyorum. O gün ilk kez Bolama yedim. Meğer bu konuda ustalığı dillere destanmış.

     Yaşar Bey ise kendisinden efsane gibi söz edilen biriydi. Birlikte çalışamadık ama bir öğretmenler gününde okul gazetesi için onunla söyleşmeye gittim. Çok saygın bir beyefendi idi. Hastalığını bildiğim için onu yormaktan çekinerek yönelttiğim sorulara verdiği cevaplar bugün de bize yönderlik edecek düzeydeydi.

        Bugün Yaşar Altaş fiziksel varlığı ile aramızda yok. Sevil Altaş ise kızı Meltem, damadı Ercan ve torunu Cansu ile biraz İzmir, biraz Kuşadası’nda yaşıyor. Bağlantımız hiç kopmadı ama günlük hayatın koşuşturması bizim görüşmelerimizi de seyrekleştirmişti ki Altaş ailesinin çok güzel bir girişimini duydum. Dağ Mahallesi Okurlar sokaktaki 19. Numaralı evleri yarı yarıya kullanım hakkıyla KEGEV ve Kuşadası Belediyesine bağışlanmıştı, hem de kültür, sanat çalışmaları için. Umarım evin tadilat işleri için gereken maddi manevi destek çabucak sağlanır da Yaşar –Sevil Altaş Kültürevi bir an önce ortaya çıkar.

        Bu haber vesile oldu, Kuşadası’na kar yağdığı günlerde Sevil Hanım’la söyleştik. Eski fotoğraflara baktık. Duygulandık, gülümsedik, şaşırdık…

 Bundan sonra söz sırası Sevil Altaş’ta:

AİLE

Benim ailem Kasaplar diye bilinir, büyük dedem kasap olduğu için. Annem Fatma tarafından ailemizin kökleri Öküz (İkiz) Mehmet Paşa’ya kadar dayanmaktadır. Zabıt katibi olan babam Beytullah’ın dedeleri ise Romanya’dan göç etmiş.

Yaşar Bey’in annesi Atiye (Halide) Girit göçmeni bir ailenin kızıydı. Kayınpederim Hancı Ahmet diye anılırdı. Ailenin lakabı ise Dolmasayanlar’dı. Kuşadası’nın köklü ailelerinden olan Dolmasayanlara bu lakabın verilişi şöyle anlatıldı bize:

   Büyük dede keresteci olup bugünkü deyişle müteahhitlik de yapan çok varlıklı biriymiş. Hanım Camii’nin karşısında fırın, han dört ev, dükkanlar hep onunmuş. Tek kızları evlenip gidince karı koca yalnız kalmışlar. Bir sabah büyük dede evden çıkarken eşine o gün dolma yapmasını söylemiş. O zamanın adetince alış veriş erkek işi olduğundan dolmalık malzemeyi almaya başlamış. Kasaptan kıymayı almış, sebzeleri almaya sıra geldiğinde ‘’İki patlıcan, dört biber, iki kabak…’’ diye saymaya başlayınca  ’’  O kadar varlıklı bir insansın sayıyla sebze mi alınırmış?’’ diye onu kınamışlar.

        ‘’İki patlıcan oluyor dört dolma, kabak dersen öyle, dört de biber koca bir tencere dolma olacak. İki kişi nasıl yiyeceğiz bunu .’’dese de bu durum onun cimriliğine verildiği için o günden sonra aile Dolmasayanlar diye anılmaya başlanmış… Dede hacca gidince bu kez sayanlar atılmış, lakap Hacı Dolma’ya dönüşmüş.

     O zamanlarda lakap takmak çok kolaydı. Küçücük bir olay, ailelerin yıllarca taşıyacağı bir sıfata dönüşebilirdi. Oysa Hacı Dede cimri olmayıp yoksulluğu da bilen biriymiş. Kefalet yüzünden üç kez iflas ettiği halde çalışkanlığı ile toparlanmayı başarmış.

OKUL

      Ben önce İkinci Okul, sonra Yedi Eylül İlkokulunda öğrenim gördüm. İlkokulu bitirdiğimde 1949’da bugünkü Halk Kütüphanesinde Kuşadası Ortaokulu açıldı. O açılmasaydı okuyamayacaktım. Ortaokulu bitirince İzmir Kız Lisesinde girdiğim bir sınavla kazandığım Edirne Kız Öğretmen Okuluna gittim. Aslında öğretmen olmayı hiç istememiştim. Aklımda hep kimyagerlik vardı. Ama Lise, sonra da Üniversiteye gitmem ailemi çok zor duruma düşürecekti. İki kardeşim vardı, babam üç çocuğu okutabilecek güçte değildi. Ona rağmen benim hep İzmir Kız Lisesinde okumamı isterdi. Bense aileme yük olmadan bir an önce mesleğimi elime almam gerektiğini düşündüğüm için kimseye belli etmeden bu kararımı uyguladım. Edirne Öğretmen Okulu çok iyi bir okuldu. Ama Edirne’nin havası bana yaramadı.  İlk yıllarda çok hastalandım, günlerim hep revirde geçerdi. Bu nedenle ikici sınıfta devamsızlıktan kalıp üç yıllık okulu dört yılda bitirebildim. Bu, benim için iyi oldu sanırım. Yaşıtlarım benden önce oklu bitirdiler ama yüksek öğretmen okulu sınavlarında pek başarılı olamadılar. Bense mezun olduğum yıl Gazi Eğitim Enstitüsü Sosyal Bilgiler- Edebiyat bölümünü kazandım.

    Bu arada Yaşar Bey tek erkek çocuk olduğu için çok kıymetliymiş. Ailesi ilkokuldan sonra okuması için onu dışarıya göndermeyi hiç istememiş. Bu nedenle Kuşadası’nda ortaokul açılana kadar beklemişler. O zamanlar on yedi yaşına kadar kayıt hakkı olduğundan on altı yaşındaki Yaşar yeniden öğrenimine başlamış. Yani aramızdaki yaş farkına rağmen biz aynı sınıftaydık. Kendisini o yıllardan hayal meyal hatırlıyorum. Okulun ilk günü çekilen bir fotoğrafta biz kızlar kurdelalı, erkekler bıyıkları terlemiş olarak görünüyoruz.  

      Yaşar Bey liseyi Aydın Lisesinde okuyup benden bir yıl önce Gazi Eğitim Enstitüsüne başlamış. Gerçek arkadaşlığımız da burada başladı. Benden önce okulu ve çevreyi tanıyan biri olarak bana çok destek oldu. Kantinde oturur konuşurduk. Onun çok kız arkadaşı vardı. Benle bir kız olarak değil memleketlisi olarak ilgilendiğini düşünürdüm. Arkadaşlığımız okul bitince de sürdü. O, bir yıl Perşembe Öğretmen Okulunda öğretmenlik yaptıktan sonra askere gitti. Acemiliğini Polatlı’da yedek subaylığını ise Erzincan Askeri Lisesi’nde yaptı. Dönüşte, kadrosu öğretmen okullarında çalışmayı gerektirdiği halde Tunceli’nin Ovacık Köyü’ne atandı. Fakat yine ailesinin isteği üzerine Söke’de bir süre ücretli öğretmenlik yapmaya başladı. Ankara’ya tayin için gittiğinde yine bu tarafları istemiş. O zaman okullar öğretmen açısından çok eksik. En önemli dersler sayılan Matematik ve Türkçe öğretmeni bulabilen müdür takdirname alıyordu. Bu yüzden öğretmenin istediği okuldan da istek gelirse atamalar yapılırdı. Yaşar Bey yedek subayken biriktirdiği parayla mecburi hizmetini ödeyince Söke Ortaokuluna atandı.

        Bu arada benim ilk atandığım yer Kayseri Yahyalı’ydı. O yıl babam hastalanmıştı.  Kayseri’nin soğuğunda sağlığımın yeniden bozulacağını düşünerek beni göreve başlatmadı. Orada yalnız kalamayacağımı, anneannemle gidersem bu kez yaşlı bir kadının alışık olmadığı bir iklimde yaşamasının çok zor olacağını, maaşımla geçinemeyeceğimi, evde nasıl olsa bir kan kaynadığı için hep birlikte yaşarsak aklının bende kalmayacağını söyleyerek beni ikna etti. Devlete olan mecburi hizmet borcumun taksitle ödenmesine karar verildi.

             Ben yine de istifa etmeyip Ankara’da kırk gün bakanlıkta atama için uğraştım. Bu gidiş gelişlerim ben yaşlarda kızı olan bir yetkilinin dikkatini çekmiş. Bana akıl verdi. Göreve başlamadan ve istifa etmeden Aydın’a gidip ‘’ Soğuk iklimde çalışamaz’’ raporu aldım. Kuşadası Ortaokulunda boş dersler var, müdür beni istiyor ama ben Kuşadası’nda çalışmak istemiyorum. Hiç değilse tek sınıf almam için rica edince razı oldum. İsteğim üzerine birinci sınıf bana verildi ve sabah ilk saatlerdeki dersler kondu. Dersleri bitirip benim için istekte bulunsunlar diye Germencik, Söke, İncirliova’daki okulları dolaşıyordum. Bu nedenle aramızda anlaşmazlık doğan müdür babama gidip sitem etmiş. O zamanlar babalarımızın sözünden çıkamazdık. Ben de dilekçe verdim, altı ay sonra bakanlıktan arandım ve Kuşadası Ortaokulunda yirmi yedi yıl çalıştım.

 EVLİLİK

           Yaşar Bey Söke’ye atanıp ilk maaşını aldıktan sonra ailesi beni istemeye geldi. Aslında daha askere giderken annesine şöyle demiş:

         _’’Beytullah Bey’in kızını istediklerini duyarsan hemen sen de git iste. Onla evlenmezsem bir daha beni evlendiremezsiniz.’’

               Araya hiç kimsenin sokulmasını da istememiş, dedikodu olur diye. Babası ve eniştesi babama, anne ve babaannesi ise anneme gelip konuşmuşlar.

            Benim bunlardan haberim yok elbet. O gün okulda nöbetçiyim, öğlen yemeğine eve geldim. Bir de baktım ki annem teknede çamaşır yıkıyor. Oysa işlerini bu saate asla bırakmazdı. Sorduğumda annem ‘’  Misafirler geldi, Yaşar’ın annesi seni istedi.’’ dedi. Hiçbir şey söylemeden, yemek bile yemeden okula döndüm.

          Düşünüldü, taşınıldı, bana soruldu.’’ Siz bilirsiniz .’’ dedim. O zaman aileye itiraz etmek gibi bir seçenek yoktu. Babam ’’ Bu çocuklar birlikte okudu, belki birbirlerine gönülleri düşmüştür. Hayır, deyip de günaha girmeyelim. Zaten aileyi de tanıyoruz.’’ diyerek olumlu görüşe vardı. Sadece Yaşar Bey’in Söke’de üç bekar arkadaşıyla paylaştığı evin sahibine sormuş. O da ‘’Diğerleri olsa olmaz derdim ama Yaşar çok kibardır, hiçbir yanlışını görmedim. İçiniz rahat olsun.’’ deyince nişan, nikah birlikte yapıldı. Yaşar Bey ‘’Evlendikten sonra asla ayrı kalamam.’’ dediği için düğün, onun Kuşadası’na atanmasıyla yani bir yıl sonra yapılabildi.

       Gerçekten de onun hastanede yattığı zamanlar dışında bir daha hiç ayrılmadık. Yaşar Bey çok titiz her şeyi dört dörtlük isteyen biriydi. Hoşsohbet, nüktedan, konuşmasını dinleten yapısıyla çevresi hep dolu, gezmeyi çok seven biriydi. Misafirler kapıdan çıkar çıkmaz biz gezmeye giderdik. Hükümet binasının karşısında, şimdi KUTES’in olduğu yerde Adnan’ın kahvesi vardı. Oturduğumuz masa en az on beş kişi olurdu. Sabahlara kadar otururduk. Çoğu zaman kahveci  :’’Hoca, giderken ışıkları kapat .’’ der, evine giderdi.

      Bu hareketli hayata rağmen ben seksen altı yılına kadar hiç yardımcı almadan evimin her işini kendim yaptım. Yalnızca kızımız Meltem’in bakımında ailelerimiz yardımcı oldu.

       Doğup büyüdüğümüz yerde uzun süre yaşamak ve aynı okulda çalışmak aslında çok zordu. Ama ben çok iyi idare ettiğimi düşünüyorum. Önceliklerim hep ailem ve derslerimden yana oldu.

MESLEK

     Öğretmen olmak istemediğim gibi öğretmenlikten ayrılmayı da hiç istemedim. Mesleğimi çok sevdim, severek yaptım. Öğrencilerimi çok sevdim, onlara karşılaştığımda çok mutlu olurum.

 Bizler çok zor şartlarda çalıştık. Hep kendimizden ödün verdik. Branş gereği okulun bütün yükünü taşıdık. Çocuklar Kuşadası’nda kalmasınlar, daha iyi okullarda okusunlar diye  sabahları okula bir saat erken gidip akşamları bir saat geç çıkarak, hafta sonları okula giderek onları sınavlara çalıştırırdık. Boş derslerde öğrenciler dilbilgisi çalışmak için beni çağırırlardı. Bu dersler çok şenlikli geçerdi.

      1975’te babam vefat ettiği için raporluydum. O arada okula müfettiş gelmiş, tüm öğretmenleri denetlemiş. Benim için daha sonra gelirse herkesin yeniden huzuru bozulur diye müdürün ricası ile okula döndüm. En tembel, haşarı çocukların olduğu 1B sınıfında dilbilgisi konularından sıfatları işleyecektim. Parçayı tahtaya yazdım, soru cevap biçiminde derse başladık. O çocuklar birer ateş parçası kesildi, çok güzel bir ders oldu. Müfettiş, konuyu önceden öğrencilere verdiğimi sandı. Oysa üç gündür okulda olmadığım için böyle bir durum olası değildi. Bunu duyan müfettiş on iki yıldır yaptığı denetimlerde bu kadar zevkli bir derse tanık olmadığını belirtmişti. Dilbilgisinin önemini öğrencilere kavratabildiğim için onlar da konuları ilgiyle, zevkle işlerlerdi.

      Öğrencilerime verdiğim iki öğüt vardır:

                 1-Mutlaka Kuşadası’ndan çıkın, dünya bu kadar değildir. Kendinizi geliştirebilmeniz için doğup büyüdüğünüz yerden uzaklaşmanız gerekir.

                 2-Önce kendinizi düşünün ve bunu bencillik olarak algılamayın. Sen iyi olursan çevrene iyilik yapabilirsin. Sen sağlıklı olursan çevrene yararın dokunabilir.

                 1976’da hizmet içi eğitim için Tekirdağ’a gitmem gerekti. Yaşar Bey’in özenli bir bakıma gereksinimi olduğundan birtakım yazışmalar sonucu kursa ailecek katılma hakkını kazandık. Bize özel bir yatakhane hazırlanmıştı. Ben yirmi günlük çalışmayı tamamladım, baba kız da tatil yaptı. O kursta bize öğretilenler ve kurs yöneticilerinin nitelikleri Türkiye’nin mahvolacağı konusundaki düşüncelerimin doğmasına neden olmuştu.

                       Kuşadası Ortaokulu daha sonra Kaya Aldoğan Lisesine dönüştü. Ortaokul bölümü ayrılınca Çakabey ve sonraki adıyla Atatürk Ortaokullarında çalıştıktan sonra 1986 ‘da emekli oldum.

 HASTALIKLAR

  Yaşar Bey lisedeyken iki kez çok şiddetli anjin olmuş. O zamanki tedaviler yeterli olmadığı için kalp kapakçığı zarar görmüş. Fakat bünyesi çok sağlam olduğu için hiçbir belirti yoktu. 1970’te gripal bir enfeksiyon sonucu kalp krizi geçirdi. Ameliyat olması gerektiği halde, ölürüm daha iyi, diyerek bunu reddetti. Bir süre tedavi ile idare etti ama yeni bir krizle küçük tansiyonu sıfıra inince ameliyata razı oldu. O zamanlar ülkemizde  kalp cerrahisi bugünkü kadar başarılı değildi. Ankara’da Kemal Beyazıt ve  ekibi ameliyatı yaptı. Geç kalındığı için bu durumda gereken ikinci ameliyatın yapılması mümkün değildi. Ona sekiz yıl ömür biçtiler. Ancak o iyi bir hasta ben iyi bir bakıcı olduğum için on dört yıl yaşadı. Sonra kalpten beyne pıhtı atıldığı için bir kriz daha geçirdi. Bu kez kendine geldiğinde anlama ve konuşma yetisini tamamen yitirmişti. Çok zor günlerdi. Ona her şeyi yeniden öğrettim. Öyle ki bir süre sonra durumu bilmeyen kimseler asla hastalığının farkına varmazdı. Hatırlarsanız sizin okulumuzdaki ilk yıllarınızdı ve Öğretmenler Günü nedeniyle çıkarılacak okul gazetesi için Yaşar Bey’le görüşmek istemiştiniz.(1985) Sağlık durumunu bildiğiniz için çok çekinerek geldiğinizi, söyleşi sonunda ise onu bu kadar iyi görmekten mutlu olduğunuzu hatırlıyorum.

                Oysa çok hastaydı ama hastalığının hayatımızı engellemesine asla izin vermedi. Hastalık sanki evimizde üçüncü bir kişiydi ve bizle yaşayıp gitti. Kasım 1988’de Yaşar Bey’i kaybettik. Son gün kahvaltıdan sonra bana şöyle demişti : ‘’Bu nasıl bir şey! Üç sene geçince aşk ölür derler oysa ben senden hiç bıkmadım. Evlendiğimiz ilk gün gibi heyecanım devam ediyor.’’

                 Bence de iyi bir evlilik için eşler arasında her şeyden önce iyi bir arkadaşlık olmalı. Biz Yaşar Bey’le her zaman iyi arkadaşlıktık. Bu durum diğer duygularımızı da hep besledi, zorluklarla mücadelemizde bize güç verdi, yaşadığımız mutlulukları da iki katına çıkardı.

     EVLERİMİZ

                 Evlendiğimizde Kervansaray’ın karşısında bir evi kiralayıp yerleşmiştik. Fakat alışık olmadığımız bu durum ikimize de zor geliyordu ve hep bir ev almak istiyorduk. Bir süre sonra bakanlık beş lira olan ders ücretini on liraya çıkardı. Her ikimizin de on ikişer saati bulan ek dersi olduğu için nerdeyse üçüncü bir maaşımız oldu. Geleceğimize ilişkin kararları hep konuşarak birlikte alırdık. Bu durumda da önümüzdeki iki seçeneği değerlendirdik. Ya her yıl geziye çıkacak ya da para biriktirip dört beş yıl içinde bir ev sahibi olacaktık. Ben evi seçtim, zaten yaşadığımız yer herkesin gezmeye geldiği bir yer olduğu için şanslıydık. Böylece Kuşadası’nda yaşamanın tadını çıkararak para biriktirmeye başladık. On yıl içinde kırk bin liramız oldu ama o dönemin ekonomik koşullarında paramız sürekli değer kaybediyordu.

            O sırada Birinci Hoca’nın oğlu Gazeteci Selami çok iyi komşumuzdu. Altmış bin lira istedikleri bir evleri vardı. İçindeki eşyalarla bugüne gelebilse tam müze olabilecek bir ev. Ama o zamanlar insanlarda para yok, mirasçıların baskısıyla otuz bine kadar indiler. Biz niyetlendik ve aldık. Ancak tamirat ve tadilat için ayırdığımız on bin lira bitti, yirmi bin lira kadar da esnafa borçlandık. Ev çok büyük, onu dolduracak eşyamız yok, borç çok. Eve taşınamadık ve babamın karşı çıkmasına rağmen evi bölüp alt katı kiraya verdik. Böylece borçlarımızı planlı bir biçimde ödedik.

           Her şey güzel giderken 19 Mayıs 1968’de Yaşar Bey çok ağır bir yüz felci geçirdi. Tedavi için özel doktora gitmesi ve İzmir’de dört ay kalması gerekti. Kayınvalidemden borç alarak tedavi masraflarını giderebildik. Bu nedenle eve ancak beş yıl sonra taşınabildik. Üst katı kullanıyorduk ve ben o eve doyamadım. O kadar güzel, havadar bir evdi. Yaşar Bey’in kalp hastalığı ve sonrasında yaşadığımız sağlık sorunları yokuş çıkmasına engeldi. Hanım Camii’nin karşısındaki dededen kalma yere evimizi yaptırdık, orada yaşadık.

         Tüm bunlar yaşanırken sözünü ettiğimiz evde çok iyi kiracılarımız da oldu. Hasırcılar, Yoğurtçular, Kutucular, Nihat Fırat gibi. Ama sonrakiler evi mahvetti. Son dört yıl ise yakılıp yıkılmasın diye para almadan evde yaşamalarına izin verdiklerim oldu. Boş bıraktığımda kapıyı kırmalar, içeri hayvan bağlamalar gibi zarar verici durumlar yaşandı. Zaten o mahallenin havası da değişmişti, komşularımızın bir kısmı evlerini bırakıp gittiler, bir kısmı hayatta değil.

         Bu şekilde yaşanılmaz hale gelen evin yenilenmesi gerekliydi. Her tür belgeyi hazırlayıp Mimar Ümit Özkan’ın yol göstericiliği ile Anıtlar Kuruluna başvurduk. Evin yenilenebilmesi için devlet yardımı olsa da altından kalkamayacağımız kadar ağır bir mali yük altına girmemiz gerekiyordu. Bunu yapamazdık. Bu  süreçte KEGEV ‘le anlaşıp evin Yaşar – Sevil Altaş Kültürevi olmasına karar verdik. Üst kat kitaplık olacak, alt kat kültür sanat etkinliklerine ev sahipliği yapacak. Gençliğimin yattığı bu evin insanlara yararlı bir duruma gelmesi beni çok mutlu edecek. Keşke mahalledeki evlerin hepsi böyle yenilense de eski Kuşadası’nın hiç değilse bir bölümü dirilse.

        ESKİ VE YENİ KUŞADASI

       Kuşadası çok küçük bir yerdi, şimdi tanınmaz halde. Aileler darmadağın oldu. Bir sokak kültürü, dayanışması vardı. Şimdi kimin nerde oturduğunu bile bilmiyoruz, aileler bile dağıldı. Çoğu akrabamızı cenaze ve düğünler dışında göremiyoruz.

        Eski evler yenilenemedi, bir kısmı müteahhitlerin elinde zevksiz yapılara dönüştü. Araziler büyük bir rant kaynağı olarak görüldü. Özellikle 1970’ten sonra yerel yönetimlerin özensizliği ve açgözlülüğü Kuşadası’nı bugünkü duruma getirdi. Oysa burası bir dünya kenti, yönetimi de farklı olmalı.

        Ege, Akdeniz kıyılarında birçok yeri gezdim buranın havasını hiçbir yerde bulamadım. En sıcak günde bile sokağa çıksak serinleyecek bir yer buluruz burada. Akşamları nefes alabiliriz. Eskiden sahilde gazino denilen salaş yerlerde çay içerdik. Çam Gazinosu, Sibel Lokantası, Diba, Toros… bunlar lokantaydı ama oturup çay, kahve içilecek yerlerdi aynı zamanda. Zaten en büyük eğlencemiz düğünlere ve gazinolara gitmekti.

            Adalılar sahildeki plajlardan denize girmez daha gözden uzak yerleri seçerdi. Genellikle Kadınlar Denizi, Güvercinada, Yılancı Burnu en çok gidilen yerlerdi. Bense Emekli Sandığı’nın arazisinin yanındaki bağımızın kıyısında öğrenmiştim yüzmeyi.

              Şimdi bakıyorum da o zamanlar sade ama derinlikli ilişkiler varmış. Bir çay içimi oturulan masalarda ne engin paylaşımlar olurdu. Çat kapı gidilen evlerde bir fincan kahve, çayın yanında bir poğaça, evde var olan bir tencere yemek içtenlikle ikram edilirdi. Şimdi günler öncesinden ayarlanan günlere, büyük hazırlıklarla düzenlenen ve yenemeyecek kadar çok çeşitli yiyeceklerle dolu masalara bakınca şaşırıyorum.

BENİ BEN YAPANLAR

          Benim yetiştiğim çağlarda, o günkü iletişim ve ulaşım koşulları nedeniyle çoğu insanın dünyası doğduğu yer kadardı. Ben de Kuşadası’ndan baktığımda gördüğüm mor dağların arkasında dünya biter sanırdım. Altı yaşında İzmir’e gittim dünyam değişti. ’’İnsanlar demek ki böyleymiş ‘’ diye düşündüğümü hatırlıyorum. Öğretmen okulu ise bana kitapların dünyasını açtı. Başarılı yatılı öğrenci olarak paralı yaz kampına katıldığımda ilk kez basmadan dikilmiş mayo dışında mayo olduğunu gördüm. İstanbullu, çok varlıklı olmayan ama sanat çevresi içinde yaşayan bir okul arkadaşıma da çok şey borçluyum. İstanbul’u, Beyoğlu’nu, Taksim’i onun sayesinde ilk kez gördüm. Onun gayreti ile evden çıktım, dış dünyaya açıldım.

         Ankara’da Gazi Eğitim’de okurken yatılıydım ama babamın tarih öğretmeni olan dayısı benle içtenlikle ilgilendi. Ben çekinip onlara gitmezken onlar taksiyle gelip beni alırlardı. Özellikle dayının gelini Dil-Tarih öğretim üyelerinden Prof. Dr. Vecihi Hatipoğlu’nun üzerimde etkisi büyüktür. Onların sağladığı ortamda opera, konser ve tiyatrolara giderek başkentin kültür havasını soludum

      Elbette Yaşar gibi bir eşe sahip olmak benim bu birikimimi sürekli besledi. Diyebilirim ki gezmek görgümü arttırırken okumak; ruhumu, bilincimi, fikrimi besledi.  Toplumsal hayata katılmamı sağlayan ve destekleyen ailem, arkadaşlarım, en önemlisi eşim sayesinde tüm bu donanım sürekli tazelenerek bugüne kadar varlığını sürdürdü.

        Başta da söylediğim gibi Altaşlar öğretmeyi sürdürüyor.

        Teşekkür ederim öğretmenim bana evinizi, yüreğinizi açtığınız için!

                                                                                                                                    Zerrin Boratav Bağçivan 7 Şubat 2014 KUŞADASI