Soğuktu…hem de çok! Nemli, keskin rüzgar kulaklarını, ağzını, burnunu sardığı atkıyı delip geçiyor; aldığı her nefesle ciğerlerine doluyordu.
Rüzgara karşı yürümek, eşeği Gülizar’ı da zorluyordu besbelli. Hayvancağız kafasını bir aşağı bir yukarı oynatıp duruyordu. O güzelim gözlerini sürekli kırpıştırdığı için bazen yönünü de şaşırıyordu. Oysa çok iyi bilirdi bu yolları Gülizar; basbayağı akıllı bir hayvandı. Düz yolda yürürken kulaklarını dimdik tutardı. Eğer sağa dönülecekse sağ kulağını indirir, sola dönülecekse de sol kulağını.
Tarlayla ev arasında gide gele ezberlemişti yolun her bir ayrıntısını. Akşamın karanlığına da hiç yenik düşmezdi; ah, şu buz gibi yel olmayaydı! İşte canhıraş bir anırma daha! Soğuk ve rüzgar, semerinin iki yanından sallanan zeytin çuvallarını daha da ağırlaştırıyor olmalıydı. “Ah Gülizar’ım benim”, diyerek kafasını okşadı hayvanın: “Az kaldı kızım, ha gayret!”
Tarla yolu neredeyse bitmek üzereydi. Az sonra mezarlığın önünden geçip Kahramanlar Caddesi’ne ulaşacaklardı. Ondan sonrası kolaydı. Her adımda evlerin, engelleyip şiddetini azaltacağı rüzgar, havadaki yerini yanmış odun kömür karışımı kokuya bırakacaktı. Bunu düşünmek içini ısıttı, oldum olası çok severdi bu kokuyu. Bu koku sıcak bir ev demekti; aile demekti. “İyi ki hanımla çocukları, diğerleriyle birlikte erken gönderdim eve”, diye düşündü. Boş zeytin sepetlerini ve çuvallarını kuytu bir yere taşıyıp, üzerlerini çalı çırpıyla örtüp gizleme işini, hanım ve çocuklar gittikten sonra tek başına yapmıştı. Ertesi sabah sürecek zeytin toplama işi için gerekliydi bu; gece rüzgar sepet ve çuvalları uçurmasın, kalınan yerden devam edilebilsin diye. Ardından da zeytin çuvallarını Gülizar’a yükleyip beraberce düşmüşlerdi yollara. Giderlerken karısının eline tarladan topladıkları çalı çırpı dolu sepeti tutuşturmuştu. Biliyordu, zordu; onca çalışmanın ardından, üstelik soğukta eve kadar güç bela yürürken, bir de çalı çırpı sepeti taşımak. Ancak evde sobayı tutuşturmak gerekiyordu. Karısı eve varır varmaz önce bu işi yapacaktı. Çıtır çıtır sesler çıkararak yanan soba birazdan evi ısıtacaktı. İşte o zaman ev, ev olduğunun ayırdına varacaktı. Bu düşünce zeytin toplarken soğuktan mosmor kesilen parmaklarını ısıttı sanki. Atkısını çenesine doğru indirip açıkta kalan ağzına götürdü ellerini; hohlayarak sıcak nefesiyle biraz daha ısıtmaya çalıştı. Epeyce acıktığını duyumsadı birden; adımlarını sıklaştırdı, Gülizar’ın yularına biraz daha asılarak. Sıcak tarhana çorbasının kokusu geldi, dayandı burnuna; açlığını iyice depreştirdi. O sırada Arnavut kaldırımı taş döşeli yolda tınlayan nal sesleri duydu arkasında. Az sonra da iki ev aşağısında oturan komşusunun sesini: “Hayırlı akşamlar komşum!” “Sana da “, diye yanıtladı komşusunu, yanından geçip giderken. Zorlanarak giden atın yüküne takıldı gözleri. Her zamankinden fazla yüklemişlerdi hayvancağızı. Ortalama on dört ayar (teneke) zeytin taşırdı atlar. On altı ayar olunca zorlanırlardı. “Hep birlikte zorlanıyoruz çaresiz”, diye düşündü; “atlar, eşekler, erkekler, kadınlar, çocuklar…” Zorlanmadan geçim olmazdı ki! Bütün bunları düşünürken kavakların önüne geldiklerini fark etti. Çok şükür, az bir yol kalmıştı. Az sonra Şemsettin Uncu’nun yağhanesine ulaşmış olacaklardı. Zeytin yükünü her bir tarla sahibi için ayrılan zeytin çukuruna boşaltıp evin yolunu tutacaklardı. Rüzgar etkisini epeyce yitirmişti. Gülizar sakindi. Yükünü de boşaltınca keyfi iyice yerine gelir, Kale Kapısı’ndan sola, Yıldırım Caddesi’ne doğru dönerken yine sol kulağını yana devirirdi.
Allah’ın hikmeti, bu yıl zeytin boldu. Böyle giderse kişi başına bir buçuk litreden, en az otuz günlük yevmiye alırlardı. Tarla sahibi Mehmet Efendi de sağ olsun, yemeklik zeytini bolca üleştirirdi çalışanlarına; Allah razı olsun! Gayrısı Allah kerimdi. Yağhaneye vardılar. Yükünü boşaltıp rahatlayan Gülizar, yuları sahibinin elinde, sol kulağını yana devirerek evin yolunu tuttu.
Gülizar, yükünden kurtulup eve gidiyor olmanın keyfiyle tırmanırken Yıldırım Caddesi ‘nin yokuşunu, Şemsettin UNCU’nun yağhanesinde çalışanlar, ardı ardına gelen zeytin çuvallarını ve sepetlerini zeytin çukurlarına boşaltmakla uğraşıyorlardı. Şemsettin Bey’in üç çocuğundan ikisi, Hikmet ve Baha, kendilerini “zeytinciliğin içinde doğmuş çocuklar” olarak tanımlıyorlar. Gelin, öykünün bundan sonrasını, üstelik tam beş kuşak geriye giderek Hikmet UNCU ve Baha UNCU Biraderler’den dinleyelim.
“Babaannemin dedesi” diye anlatmaya başlıyor Baha UNCU, “Hacı İbrahim Ağa, 1820’de Mora’dan Kuşadası’na gelmiş. Mora’da Osmanlı’nın Uç Beyi gibi bir statüye sahipmiş. Ne zamanki topraklar kaybediliyor, Mora’yı terk etmek zorunda kalıyorlar. Hatta statüsü gereği, teslim belgesini de bizzat kendisi imzalıyor.”
Hacı İbrahim Ağa, Yıldırım Caddesi üzerinde bulunan ve hala kullanılmakta olan cami ve hamamı, geldiği yıllarda yıkılmakta olduğu için onarıp, kullanılır duruma getirmiş. O yüzden her iki mekana adı verilmiş. Ayrıca Kuşadası’nda iki ya da üç dönem belediye başkanlığı yapmış. Başkanlık dönemi, Kuşadası’nda ilk resmi kayıtların tutulmaya başladığı dönem olduğu için yerel tarih açısından ayrıca önem taşıyor. Hacı İbrahim Ağa Kuşadası’na yerleştikten sonra helvacılığa başlamış. “Kervansaray’ın çevresinin yıkılmadan önceki halini bilenler hatırlar”, diye sürdürüyor sözlerini Baha Bey. Hacı İbrahim Ağa’nın helvahanesi de oradaymış. “Helva üretip Mısır’a, İskenderiye’ye helva ihraç edermiş. O zamanlar Kuşadası’nda altmış, yetmiş tane helvahane olduğunu duyardık. Ağa’nın çocuklarından tek oğul olan Mustafa Bey de helvacılığı sürdürmüş. Ama biliyorsunuz, Kuşadası’na özgü helvacılık zaman içinde bitiyor. Susam ve pekmezden yapıldığını duyduğumuz helvanın formülü de böylece kaybolmuş. Biraz sert ama pişmaniye gibi tel tel açılan bir helvaydı, diye anlatırlar.” En son Söke’de yapıldığını duydukları helvanın formülünü bulabilmek için Baha Bey ve oğlu Efe epeyce uğraşmışlar, ancak bir sonuç alamamışlar.
Hacı İbrahim Ağa ile başlattıkları aile soyundaki ara kuşaklardan da söz etmek istiyor Baha Bey. Beş yaş büyük ağabeyi Hikmet Bey ise “Bahattin eskileri iyi hatırlar, iyi de anlatır” diyerek kardeşinin anlattıklarını dinlemeye devam ediyor.
“Hacı İbrahim Ağa’nın torunu olan babaannem Akife Hanım, Mustafa Bey ile evleniyor. Mustafa Bey, KUAKMER’in karşısındaki büyük eski evin sahibi, döneminin ilk kadın Belediye Meclisi Üyesi Büşra Hanım’ın kardeşi. ‘ŞEHZADELER’ denirmiş onlara. Babaannem ve Mustafa Bey’in evliliğinden Sıtkı Amcam dünyaya geliyor. Ancak amcamın doğumundan kısa bir süre sonra Mustafa Bey ölüyor. Babaannem dul kalıyor. Tabii o zamanlar dul kalmak zor. Derken, o sıralarda halı ticareti ile uğraşan dedem Baha UNCU – İzmirli kendisi – İzmir’den gelip giderken konakladığı Pamuk Palas’ın sahibi Orhan Killi’nin babası ile dostluğunu ilerletiyor. Sonuçta dedemi baldızı olan babaannemle evlendiriyor. Böylece bir çocukla genç yaşta dul kalan babaannem, dedemle ikinci evliliğini yapmış oluyor ve bu evlilikten de babam Şemsettin Uncu dünyaya geliyor.”
Dede Baha Bey, evlendikten sonra halı ticaretinden unculuğa geçiş yapmış. “UNCU” soyadı buradan geliyor. Unculuğun yanı sıra rençberlik de yapan dede, daha sonra zeytinyağı işine başlıyor. 1946 yılında da zeytinyağı fabrikasını kuruyor. İşte Uncu Biraderler’in “içinde doğmuş gibiyiz” dedikleri zeytincilik öyküsü de böylece başlamış oluyor.
Söyleşinin bu kısmında, aile geçmişini anlatırken keyifle dinlediği kardeşi Baha’dan sözü alıyor Hikmet Uncu. “Zeytinyağı fabrikasının içinde doğmuşum gibi hissederim ben”, diyor. “Dedem öldüğünde altı yaşındaydım. İlkokuldan sonra babamla birlikte bu işin içine girdim. İyi bir meslek miydi? O zaman için hayır! Samimiyetle söylüyorum, hiç istemezdim bu işi. Baha daha hevesliydi.” Gülerek söze giriyor Baha Bey: “Ben daha hevesliydim ama son on beş yıldır bu işten uzaklaştım. Biraderim hala devam ediyor. Bir aile geleneği olarak zeytinyağcılığı sürdürüyor, yeğenim Şemsettin’le birlikte. Ağaçlar bitene kadar da devam edecekler.”
Hikmet Uncu 1947, Baha Uncu ise 1952 doğumlu. Şemsettin ve Ayten Uncu’nun oğulları. Bir de kız kardeşleri var, Akife Hanım. Kuşadası’nda doğmuşlar ve hep Kuşadası’nda yaşamışlar. İlkokulu eski Yedi Eylül İlkokulu’nda okumuşlar. Baha Bey ilkokulu “zorlana” bitirmiş. Hikmet Bey ise şimdi Halk Kütüphanesi’nin olduğu yerdeki Kaya Aldoğan Ortaokulu’na devam etmiş. Ancak bitirememiş; ikinci sınıftan terk etmiş. “Neden terk ettim”, diye sorup yanıtını veriyor: “Okula giderken bir lira harçlık alıyordum, babamla çalışırken cebimde yüzlerce lira oluyordu. O paranın tadıylan, hevesiylen okulu bıraktım. ‘Ben Şemsi Bey’in oğluyum, bizde para çok. Okuycam da n’olacak’, diye düşünmüştüm.” Şimdi böyle düşünmüyor Hikmet Bey. Hatta “okulun o tatlı hayatını” yaşayamamış olmaktan pişman. “Biz dışarıda berduş hayatı yaşadık” diyor ve gülerek ekliyor: “Gerçi okul kapılarından da ayrılamıyorduk ya!” Okumuş olmanın insanın bakış açısını, çevresini genişletmesine katkıda bulunduğunu vurguluyor ve okumamışlığı, “mahallenin içinden çıkamamak”, diye tanımlıyor. Söyleşinin burasında ses tonuna ve biraz da bakışlarına yansıyan “keşke”yi, Baha Bey, iki kardeşin iş yaşamında sahip oldukları başarılardan söz açarak “iyi ki” ye çeviriyor. Dedenin başlattığı, babanın sürdürdüğü işe üçüncü kuşak olarak sahip çıkmışlar, içtenlikle ve dürüstlükle elli beş, altmış yıldır içinde yer aldıkları ticaret yaşamında UNCU adını onurla taşımışlar; ne mutlu ki! “Fabrikada her işi yapardık”, diye anlatmaya başlıyor yeniden Hikmet Bey. “Dışarıdan zeytini küfeyle taşırdık. Çuvaldan pirinayı dökerdik. Presde ustalık, yan baskıcılık… yani yapılması lazım gelen her işi yapardık; çıraklıktan patronluğa kadar. Bazen hepsini bir arada yürütürdük; adam yoktu çünkü.” Baha Bey abisinin sözünü tamamlıyor: “Okul zamanı zorlanarak geçti ama, çocuk yaşta fabrika idare ediyorduk.” Zaman zaman iki kardeş arasında sürtüşmeler de yaşanmıyor değilmiş elbet. Baha Bey anlatıyor: “Birlikte çalışırdık çoğunlukla. Gelir, bakardı, ben daha çok işe yarıyorum; bir kavga çıkarır, kaçardı.” “Doğru”, diyor Hikmet Bey, “sevmiyordum ki ben bu işi!” O halde, ne yapmak istiyordu Hikmet Bey ve yapmak istediklerini yapabilmiş miydi?
Bu soruları biraz öteleyerek, hazır söz zeytincilikten açılmışken, Gülizar’ın binbir zahmetle sırtlanıp getirdiği çuvallardaki zeytinlerin, fabrikaya tesliminden sonraki süreci öğrenmek istiyoruz. Hikmet Bey’in “bu işte daha hevesliydi”, dediği biraderi Baha Bey alıyor yine sözü:
“Zeytinler toplanıp getirilir; eşeklerle, atlarla, hatta daha önceleri develerle. Yakın zamanda artık traktör kullanılmaya başlandı. Gömeler (zeytin çukuru) var, tarla sahiplerine numara veririz, bu senin gömen, diye. Gömelerde biriken zeytinler, daha sonra kantara alınır. Hatta önceleri kantar da yok; ayar hesabı yapılır. Bir teneke bir ayardır. Ama tenekeler yığmaca doldurulur, silmece değil. Çünkü zeytin durdukça süner. İşte böyle teneke hesabıyla zeytinler alınır. Vatandaş da kendi hesabını yapar; şu kadar ayar, şu kadar yağ diye.”
Peki, bu süreçte fabrikanın payı nedir? “Bu konuda piyasa değişkendir. Bazı yıllar fabrikalar arası rekabet çok olur, düşüverir pay % 5’e. Bazen % 7, bazen %10 olur.” Hikmet Bey kardeşinin anlattıklarını doğrulayarak, ekliyor: “Kuşadası’nda yedi tane fabrika vardı. Tabii öncesinde yağhane. Yani, zeytini ezen taşların atlar tarafından çevrildiği sistem; burgu sistemi. Dedem 1946’da fabrikayı kuruyor ve pres sistemi uygulamaya başlıyor. Yedi fabrikadan en eskisi Kemal Kutucu’nun. Diğerleri de Denizerler, Naci Akdoğan, biz, Tariş ve Adalıoğlu. Adalıoğlu ailesinin iki fabrikası vardı, iki kardeş ayrı ayrı çalıştırırlardı. Hatta birbirlerine rakip olurlardı. En büyük fabrika Naci Bey’indi; üç pres vardı. Bizler tek presle çalışırdık.” “Tariş’te de iki pres vardı”, diyor Baha Bey ve ekliyor: “Bir de Hasan Reis’inki(Denizer) hem pirina, hem zeytinyağı fabrikasıydı. Sahildeydi. 1970’lerde yıkıldı.” “Hani fabrika payı diyorsunuz ya”, diyerek yeniden alıyor sözü Hikmet Bey: “Yıllarca hiçbir fabrikacı, fabrikadan kazandığı parayla ev sahibi olamadı. Hiç kimse, babadan kalma mallara bir kuruş katamadı. Ben hatırlıyorum mesela, babamla çalıştığımız zamanlarda, dolu dolu çalıştığımız zaman babam bir dükkan ya da tarla satardı. Zeytin bir yıl olup, bir yıl olmuyor ya, olmadığı yıl krallar gibi yaşardık. Ne zaman bu kontinü sistemi geldi, çalışanların adedi azaldı; her şey makineye döküldü. Artık tarla, ev sattırmıyor; geçindiriyor. Bir de tabii kontinü sistemi daha hijyenik. Yağhanelerde zeytini yıkama sistemi yoktu. Zeytin tarladan geldiği gibi, yaprağıyla, çamuruyla ezilirdi. Kontinü sistemi Kuşadası’nda ilk biz kurduk, 1994’te.”
“Türkiye’de üretilen zeytinyağının 5/3’ü Aydın civarından diye biliyorum”, diyor Baha Bey. Ancak Ayvalık, Edremit gibi piyasa sunumunda ön plana çıkılamamış. Fabrika, kendi payı olan yağını tüccarca satar, yağlar kamyonlarla rafineriye gidermiş. Şişelenip, özel sunumlarla perakende satışı olamamış. “Bu arada bir de İtalyanların fabrikası meselesi var”, diyerek sürdürüyor sözlerini. “Rafineri olarak ilk İtalyanlar fabrika kuruyor Kuşadası’nda. Yanılmıyorsam, 1936’da Atatürk geliyor. Bakıyor, fabrika İtalyanların, maliye memurlarını gönderiveriyor. Kırk bin lira vergi borcu çıkıyor fabrikanın. O zaman için fabrikayı satsan bu para etmez. İtalyanlar bir gecede terk edip gidiyorlar.”
Mustafa Kemal ATATÜRK böyle bir lider işte! Türkiye Cumhuriyeti topraklarındaki mülkler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne ait olup, bizzat kendi vatandaşlarının üretim sürecinde yer almalarıyla ekonomik kalkınma sağlanmalıdır. Peki öyle mi oluyor? Baha Bey yanıtlıyor:
“İlkokulda öğretmenim olan rahmetli Mithat Hoca (Mithat Baysal) anlatırdı. Oranın müdürlüğünü yapmış. ‘Kırdık biz o rafineriyi’ derdi. Sonrasında sabunhane olmuş ama o da yürümemiş. En son zeytinyağı fabrikasına çevirmişler. Tariş o yağhane depolarını düne kadar kullanıyordu.”
Sözün burasında, söyleşi sırasında yanımızda bulunan Efe UNCU da (Baha Bey’in oğlu) söze katılıyor. Kırılıp yok edilen rafinerinin sahip olduğu teknolojinin, 1990’lara dek dünyada kullanılan bir teknoloji olduğunu belirtiyor. Kırılmayıp kullanılabilseymiş, Kuşadası’nda zeytinciliğin gelişmesinde yeni bir ufuk açılabilir miymiş acaba? Kim bilir? Çoluk çocuk, genç yaşlı, zengin yoksul hep birlikte harcanan onca emek yetmemiş geçim sağlamaya. Zeytincilik tek başına doyurmamış karınları. Zaten her yıl zeytin olmuyor, olsa da yazları nasıl geçecek? Yine hep birlikte göçülen alanlarda kırılıp dizilen tütünün acısı, sofraya konacak aşın tadını artırmıyor. Nasıl geçinilecek?
“1957 senesinde Ada’da iskele yapımına başlandı. 1961-62 gibi de bitti. Daha önceleri Samos’tan küçük teknelerle Yunanlar gelirdi; ufak tefek ticaret yapılırdı. İskele bitince büyük gemiler gelmeye, ortalıkta değişik milletlerden turistler görülmeye başlandı”, diyerek, Kuşadası’nda turizmin başlayış öyküsünü dillendiriyor Baha Bey.
Söz turizme gelince de Hikmet Bey, daha önce aklımıza takılan, ancak ötelediğimiz sorunun yanıtını veriyor. “İşte”, diyor, “Ben turizmle uğraşmak istedim ve bu isteğimi de gerçekleştirdim. Gümrüğün yanında rahmetli Rıza Abi’nin (Rıza Saraç) büfesi vardı; Savaş çalıştırıyordu. Yanında Ahmet Kireç’in büfesi vardı, onun yanında da benimki. Dayım (İsmail Dirim) tutuvermişti bana o barakayı, ben işletiyordum. Askere gitmeden önce başlamıştım bu işe. Askerden sonra Kale Kapısı’nın yanında açtım. Daha sonra dayım, annemin Kahramanlar Caddesi’ndeki dükkanını boşaltınca, dükkanı büyütüp antikacılığa başladım. Turizmin ilk yılları. Çok az dükkan var. Çok iyi para kazanıyordum ama tutmasını bilmiyordum. İlk kez 1967’de olmak üzere, senede iki üç sefer yurt dışına çıkıyordum. Bana tecrübe kazandırıyordu. Yani çok rahat kazandık, çok rahat da yedik.”
Bunları anlatırken yüzünde oluşan muzip ifadeyi biz, rahat para yemenin anımsatmış olabileceği kimi olaylara yorduk. Oysa, “Biraz da siyasete gireyim mi”, diyerek anlatmaya başladığı, ülkemizde yaşanmış kimi gülünesi acı olaylara birer örnek niteliğindeki anılardı, muzip ifadenin müsebbibi. “Ortaokul birinci sınıfta, ikinci senemdi. 60 ihtilali oldu, CHP iktidarda. Dayım İsmail Dirim bana altı oklu bir kravat hediye etti. Okula giderken onu takardım. Öğretmenler, mesela notum ikiyse, üç verirlerdi; kravatımdan dolayı. Evde de ayrı bir durum vardı: Benim anne tarafım Halk Partili, baba tarafım Demokrat Partili. Bu yüzden tartışmalar, kızgınlıklar yaşanırdı. Geldik şimdiki siyasi görüşe. Hiç oy vermedim, Allah da nasip etmesin! Beni sağcılığımdan soğuttu bu iktidar; ben de 65 yaşımdan sonra Halk Partisine oy verdim.” Toplumun CHP – DP restleşmesi döneminde, iki tarafın birbirinden kız alıp vermediği gülünesi acı günler yaşanırken, Şemsettin Bey ile Ayten Hanım birbirlerine kavuşabilmişler. Ara sıra yapılan tartışmalarsa aile ortamına renk katmış olmalı ki yıllar sonra anlatılırken yüzleri hala tebessümle aydınlatabiliyor.
Bu arada Baha Bey’in turizme geçişi de oldukça hoş bir süreç. “Naci Akdoğan ile Haşmet Akdoğan bir acente kurmuşlardı. Naci Bey’in ‘MACERA’ adlı bir teknesi var. Onunla Yunanistan’a gidip geliyorlar. Derken, Ada’da yavaş yavaş turizm başlayınca, biz de bir şeyler düşünmemiz lazım, dedik. Bu dükkan, o zamanlar fabrika henüz. Başka dükkan kiralayacak durumumuz yok. Para yok, imkan yok! Ada’nın en zenginlerinde dahi öyle rahat harcanacak para yok. Mecburen burayı hem fabrika, hem hediyelik eşya dükkanı olarak kullanmaya başladık. Kışın zeytinyağı fabrikasıydı, yazın makinelerin üstünü örtüp hediyelik eşya dükkanına çeviriyorduk. En son onu da yapmaz olduk, çünkü gelen turist o ortamı görmeye bayılıyordu. Ama hediyelik eşya dükkanını nasıl açtık? Annemin, babaannemin çeyizlerini getirip geldik. Para yok ki mal alalım. 1984’e kadar böyle devam ettik. Sonra fabrika Kirazlı yolunda şimdiki yerine taşındı. On yedi sene iki kardeş birlikte çalıştık. Şimdi biraderim, oğlu Şemsettin ile aile geleneği işimizi sürdürüyor.”
Hikmet Bey sözü alıp, “Ben artık emekliyim”, diyor. “İşi oğlum Şemsettin UNCU sürdürüyor, dördüncü nesil olarak. Çok da seviyor ve bir o kadar da başarılı”, diye ekliyor, hissettiği gururu olabildiğince sesine yansıtarak. Uncu Biraderler’in doğdukları ev Anıt Sokakta. Zamanında “Beyler Sokağı” diye anılırmış. Boyacı önü mevkiinde fırınla başlayıp, Hamam Çeşmesi’yle biten sokak. Hikmet Bey 1971’de Jale Hanım ile evlenince ayrılmış doğduğu evden. Baha Bey ise 1979’da Seycan Hanım ile evlenmiş, ancak otuz yıl öncesine dek o evde oturmuş. “Evimiz hala duruyor”, diyor. “Boyacı önünde eski fırının karşısındaki ev Hacı İbrahim Ağa’nın damadının, yani babaannemin babasının evi. Yanındaki ev de Hacı İbrahim Ağa’nın konağı. Eskiden Hükümet Konağı olarak da kullanılmış. O sokaktaki evlerin çoğu Hacı İbrahim Ağa’nın ailesinden insanların oturduğu evler; kızının, oğlunun, torununun… Arada Haşmet Akdoğan’ın MAVİ KÖŞK diye bilinen evi var.”
Konu Mavi Köşk’e geldiğinde Baha Bey, “Öyle anlatılırdı”, diye duyduklarından yola çıkarak ilginç bir öykü anlattı: “Mavi Köşk, ‘Müsellim Konağı’ diye bilinirdi. Yani saraydan gönderilen bir cariye, ona verilen konut ve ömrü billah yetecek mal varlığı anlamında. Büyük dedelerimizden bir tanesi, İstanbul’dan Müsellim Hatun ile birlikte gelmiş, diye anlatılırdı. Ama hangisi, bilmiyorum. Yanında da sarayın görevlendirdiği bir katip var. Müsellim Hanım ölünceye dek mal varlığını bu katip idare ediyor. Öldükten sonra da her şey bu katibe kalıyor. Katibin kim olduğu da bilinirmiş ama ben bilmiyorum.”
Uncu Biraderler ile son olarak Kuşadası’nın geleceğine ilişkin neler düşündüklerini konuşmak istiyoruz. Bunu duyunca her ikisinin de yüzünde manidar bir tebessüm beliriyor ve Hikmet Bey şunları söylüyor: “Kuşadası’nı artık deprem bile kurtaramaz! Kuşadası ranta teslim edildi. Taylan Sağnak’la başladı, sonradan da devam etti. Bakın etrafınıza, zeytin ağaçları kesilip, ha bire inşaat yapılıyor. Biz nasıl diyelim ki gençlere, zeytinciliği sürdürün diye!”
Keyifli bir söyleşinin son cümleleri çok da iç açıcı olamıyor ne yazık ki. Yaşananlar buna izin vermiyor çünkü. Kuşadası dağlarında avlanarak nesli tüketilen Anadolu Parsı’nın postu, Sayın Baha Uncu tarafından KUAKMER’e emanet edildi. Kendisine bir kez daha teşekkürlerimizi iletmek isteriz. Umarız ve dileriz ki kesile kesile yok edilmekte olan zeytin ağacının sonuncusu da gün gelip, Sayın Hikmet Uncu tarafından KUAKMER’e emanet edilmesin!
(Müsellim sözlükte şöyle tanımlanıyor: Osmanlı Devletinde eyalet valileriyle sancak mutasarrıflarının sorumluluğunda bulunan yerlerin idaresine memur edilen kimseler. Bu tanım doğrultusunda Baha Bey’in “duyduklarımız” diyerek anlattığı olayda müsellim sıfatı saraydan azledildiği söylenen cariyenin değil saray tarafından görevlendirildiği söylenen katibin olabilir. )
Röportaj ve derleme: Melek – Şefik Sözer