1960’lı yıllar. Kuşadası’nda özel arabalardan pek söz edilmiyor henüz. Yollarda görülebilen hepi topu yedi sekiz araba. Onlar da turizme yeni yeni adım atmakta olan Kuşadası’nın Efes’e, Meryem Ana’ya turist götürdüğü taksiler. Chevrolet markasının krallık dönemi; Biscayne, Belair, Impala, Türk insanının henüz araba markası çeşitliliği ve taşıt trafiği olgusuyla tanışmamışken, yollardan geçişine imrenerek baktığı arabalar. Bir de Ford ve Plymouth’lar var elbet. (*)
(*) Bu bilgiler, Kuşadası’nda uzun yıllar taksi şoförlüğü yapmış Taner SOYKAN’dan alınmıştır.
Derken…1967 yılında Kuşadası sokaklarında yeşil bir Mercedes görülmeye başlar. İlk ve henüz tek. Üstelik dizel motorlu; dönem araçlarının “ağır abisi”. Sahibi, rahmetli Ahmet ÇINAR. Almanya’dan dönerken getirdiği “yeşil Mercedes” Kuşadası’nda epeyce sohbet konusu olmuş.
Rahmetli Ahmet ÇINAR’ın eşi Tüten ÇINAR’dan bu öyküyü dinlerken, gözümün önünde dönemin Yeşilçam filmlerinden kimi görüntüler canlanıyor: Fabrikasında gerekli patronluğu yaptıktan sonra üniformalı özel şoförünün kullandığı görkemli Mercedes’inin içinde boğazdaki yalısına dönen “en baba” karakter Hulusi Kentmen. …. Arabanın geldiğini gören ve sevinç içinde “babaciğimm”, çığlıklarıyla babasını karşılamaya koşan- pek kültürlü, pek hanım- Belgin Doruk…ve fakir ama gururlu, filmin sonunda “parayla saadet olmaz” savını tartışmasız haklı çıkaran “esas oğlan” Ayhan Işık.
Mercedes arabanın yarattığı çağrışımların yüzümde bıraktığı mütebessim ifadeyle, sevgili Tüten ÇINAR’ın anlattıklarına odaklanıyorum.
“1943 yılında doğdum. Kuşadalı bir ailenin kızıyım. Doğduğum ev, Boyacıönü’ndeki fırının karşısında demir kapılı, büyük bir ev; İbrahim Dede’nin evi. (Hacı İbrahim Ağa).
O zamanlar, o evde büyük bir aile olarak yaşamışız. Annem Müşerref Adalıoğlu o eve gelin gelmiş. Kayınvalidesi, kayınpederi ve görümceleriyle birlikte aynı evde yaşamışlar bir süre. Evli olanların çocukları da dünyaya gelince iyice kalabalıklaşmıştı evin içi. Bunun üzerine biz evden ayrılıp, benim ortaokula başladığım sene Dağ Mahallesi’ne yerleştik.”
7 Eylül İlkokulu’nu bitirip, Kaya Aldoğan Ortaokulu’na başlayacağı yıl Dağ Mahallesi’ndeki yeni evlerinde (Limon Ağacı Restaurant’ın solundaki ev) yaşamaya başlayan Tüten Hanım, Dağ Mahallesi’nde pek mutlu olmadığından söz ediyor. Bu yüzden de teyzesi Muhatter Hanım’ın evinde kalıyor bir süre; eski mahallesinde. Ancak elbette bu misafirlik bir süre sonra bitiyor ve Tüten Hanım, istemeyerek de olsa Dağ Mahallesi’ne, ailesinin yanına dönüyor.
“İlkokul öğretmenlerim Perihan Hanım ve Cemal Bey’di. İkisi de rahmetli oldular. Okul müdürü ise Reşat Bey’di; “Baş öğretmen” denirdi.
Ortaokul bittikten sonra, Akşam Sanat Okulu’na, dikiş nakış kurslarına gittim birkaç sene. Dikiş öğretmenim Zerrin Hanım’dı. (Haşmet Akdoğan’ın eşi.) Nakış öğretmeni Selden Hanım, jimnastik öğretmeni de Avni Çakır’dı.”
Bu arada, Dağ Mahallesi’nde kiracı olarak yerleştikleri ilk evden çıkıp, satın aldıkları ikinci eve yerleşiyorlar. Bu ev de Limon Ağacı Restaurant’ın sağındaki ev. “Yani”, diyor gülerek, “ben Limon Ağacı’nın bir solundaki evde oturdum, bir sağındaki evde; sonra da “Limon Ağacı” olan eve gelin geldim.
Böylece baştan pek sevemediği Dağ Mahallesi’nde yaşanan genç kızlık dönemi sonrası, aynı mahallede gelin olup, gelin geldiği evde de tam 44 yıl geçiriyor Tüten Hanım.
Eşi Ahmet ÇINAR ile hem komşu, hem de akraba olduklarını anlatıyor: “Eşimin annesiyle benim babam amca çocuklarıydı. Annesini biraz erken yaşta kaybetti Ahmet ve bunalıma girdi. İzmir Tariş Müdürü eniştesi, ona yardımcı olmak için ‘ben seni Almanya’ya göndereyim’, demiş. Böylece Ahmet, annesi öldükten sonra Almanya’ya gitti. Ancak bir süre sonra ablasına bir mektup yazıp, çok sıkıldığını ve dönmek istediğini söylemiş. O zamanlar 30-31 yaşlarında ve bekar. Ablaları beni çok severlerdi. Dedim ya hem komşuyuz, hem akraba. Ahmet’e mektup yazıyorlar ve diyorlar ki ‘ biz sana Tüten’i isteyelim, nişanlan, öyle gel!’ Ahmet de ‘olur’, diyor.”
Bütün bu yazışmalar olurken kız evinin hiçbir şeyden haberi olmadığını söyleyen Tüten Hanım, “komşu ve akraba” olarak Ahmet Bey’le aralarında duygusal bir yakınlaşma yaşanmadığını belirtmekle birlikte, eşinin o dönemde Kuşadası’nın en beğenilen damat adaylarından biri olduğunu da açıklıkla ifade ediyor: “Vallahi nasıl diyeyim, Kuşadası’nda o zamanın en beğenilen insanı Ahmet. Her genç kızın aşık olabileceği biri. Ben beğenmiyorsam, aptalım o zaman. Son derece yakışıklı, iyi, efendi bir insan. Üstelik çok popüler; çok iyi futbol oynuyor.”
Kız evinin hiçbir şeyden haberi yokken ve Ahmet Bey henüz Almanya’dayken, baba Tahsin Çınar, ablasıyla (Haşmet Akdoğan’ın annesi) birlikte kapıyı çalıp, Allah’ın emriyle kızları Tüten’i, oğulları Ahmet’e istiyorlar. Biraz şaşkınlık, biraz da “kız evi naz evi” edasıyla baba, “bir düşünelim”, yanıtını veriyor. Ancak Hala ısrarcı, “Ahmet düşünülecek çocuk değil, ben söz almadan bu evden gitmem”, diye tutturuyor. Aslında elbette Ahmet, aile için kusursuz bir damat adayı ancak, kız vermenin de bir usulü, adabı var; sonra elalem ne der? Erkek tarafı bu ikirciklenmeyi anlayışla karşılasa da özellikle Hala’nın kararlılığı “elalem”i hiçe saydırıyor ve kız tarafı “daha iyisini mi bulacağız”, düşüncesiyle o akşam kızlarına söz kesiyorlar. Ancak….henüz damat ortada yok! Damadın gıyabında iki aile arasında gerçekleştirilen nişandan sekiz ay sonra “kızımız Tüten ve oğlumuz Ahmet” bir araya geliyorlar.
Nişanlı ancak ayrı olunan bu sürede mektuplarla birbirlerine ses oluyorlar. Ahmet Bey Almanya’da zorunlu olduğu için değil, boş kalmasın diye bir araba fabrikasında çalıştığını belirterek, Tüten Hanım isterse, evlendikten sonra bir süre Almanya’da yaşayabileceklerini anlatıyor bir mektubunda. Bu öneri Tüten Hanım’a başta hiç cazip gelmiyor. Ola ki Kuşadası’nın Dağ Mahallesi’nden bakıldığında Almanya çok uzak ve çok gavur görünmüş olmalı. Ancak üzerinde biraz düşününce, değişik yerler gezip görme konusunda ayağına gelmiş bu fırsatı değerlendirme kararı alıyor ve böylece evliliğin ilk dönemi uzunca bir balayı gibi Almanya’da geçiyor.
“Almanya’da bir kış geçirdik”, diye sürdürüyor sözlerini Tüten Hanım. “ Sonra döndük ve oğlumuz Tahsin doğdu. Ahmet önce bir dükkan açtı; kuyum, hediyelik eşya gibi mallar satılıyordu. Çalışanları vardı. Ayrıca Almanya’dan getirdiği Mercedes ile özel taksicilik yapardı. Turizm yeni başlamıştı; turistleri Efes’e filan götürürdü.”
Bu sözlerden sonra Tüten Hanım’ın kız kardeşi Özen Hanım’ın sunduğu mis gibi çay eşliğinde, Tüten Hanım’ın bizim için yaptığı nefis lor kurabiyelerini yerken, imgelemimdeki Hulusi Kentmen’in özel şoförlü Mercedes’i, bir ekmek teknesine dönüşüp, Kuşadası – Selçuk arası yollarda turist taşımaya başlıyor.
Derken, söyleşi biraz daha eskilere; anne tarafından dede Osman Adalıoğlu’na geliyor.
Tüten Hanım’ın “dedem Osman Adalıoğlu, ben üç yaşımdayken ölmüş”, diyerek başlattığı sözü, kardeşi Özen Hanım sürdürüyor: “Yunan zamanı… Kuşadası işgal altında. Hatta Limon Ağacı’nın binasını o zaman Yunanlar hükümet konağı olarak kullanmışlar. Mahzenine mahkumları koyarlarmış. Bir akrabamız, rahmetli Fethi Amca o yıllarda o evde mahpus yatmış. Anneannem hamileymiş. Bir akşam evi basmış Yunan, anneannemin karnına iki yandan süngü dayamışlar. Buranın zengin ailesi tabii. Anneannem bütün mücevherlerini ve paralarını kesesiyle olduğu gibi önlerine atmış. Bu sırada dedem gelmiş eve ve epeyce mücadele etmiş Yunanla; yaralanmış. Fotoğraflarında bile görünürdü süngü yaralarının izleri. Yunan askerleri kaçarken birkaç altını düşürmüşler. Dedem onlarla bile çok mal almış.
Devamlı mal alırmış zaten. Annem kızarmış babasına, ‘yeter artık, mal alıp durma’, diye. Dedem de ‘ben size alıveriyorum’, dermiş. Öyle bir adammış işte!”
Dede Osman ADALIOĞLU İkioluklu Mahallesi’nde yaşamış; caminin sokağında. İki kardeşi var: Mustafa ADALIOĞLU ve Zehra ÖZKASAP. Kuşadası’ndaki yedi zeytinyağı fabrikasının ikisine sahip aile ve babanın ölümünden sonra ailenin erkek evlatlarına verilmiş. Osman Dede daha yaşlı diye yukarıdakini (İkioluklu Camii yanında), Mustafa Amca da aşağıdakini (Adalıoğlu Pasajının bulunduğu yerde) almış.
Dört tane de çocuğu olmuş Osman Dede’nin: Ferruh ADALIOĞLU, Kazım ADALIOĞLU, Müşerref SARIOĞLU ve Muhatter ÖZGÜREN.
“Annemle babamın evliliği de ayrı bir maceradır”, diyor Tüten Hanım. Baba Ali SARIOĞLU ve anne Müşerref ADALIOĞLU, iki aile arasındaki bir anlaşmazlık nedeniyle dört yıl boyunca nişanlı, nikahlı kalmışlar. Neyse ki araya girenler arayı yumuşatmışlar ve dört yıl sonra düğün gerçekleşmiş. Bin bir güçlükle yuvalarını kuran çiftin dört çocuğu olmuş: Tüten, Esen, Özen ve Mustafa. “Babam, önceleri amcamla birlikte helvacılık yapıyormuş. Kervansaray’ın köşesinde (postanenin karşı köşesi) amcamın dükkanı vardı. Helvahane orasıymış.”
Şimdiye dek pek çok söyleşide söz edilen “Kuşadası’nda helvacılık” konusu açılınca birden heyecanlanıyoruz. Ancak anlaşılan o ki bir dönem meslek olarak icra edilen “helvacılık” la ilgili ayrıntılı bir bilgi Tüten Hanım’da da yok. Ve ne yazık ki o helvanın tarifi de…
Helvacılıktan sonra Ali Bey’in çiftçilikle uğraştığını öğreniyoruz. “En son mandalin ve şeftali diktiği bahçelerde şimdi bizim yazlık evlerimiz var”, diyor Tüten Hanım, Karaova’nın bereketli topraklarının betona teslim edilişinden duyduğu hüznü de vurgulayarak.
Anlatacak çok şeyleri var Tüten ve Özen Hanım’ın. Konu bu kez de iki dünür, iki İbrahim’e; Hacı İbrahim Ağa ve İbramaki’ye geliyor. Her ikisi de 18. Yüzyıl sonunda Mora’da çıkan isyan sonucu bütün yakınlarıyla birlikte Kuşadası’na gelip yerleşiyorlar. Hacı İbrahim Ağa, babalarının dedesinin babası, İbramaki de babaannelerinin babası olarak iki taraftan akrabaları oluyor.
Özen Hanım anlatıyor: “İbramaki, bazılarının uydurduğu gibi Rum kökenli falan değil. Akrabalar arasında iki İbrahim olunca, birine İbramaki denmiş, karışmasın diye. Çok zengin bir adammış İbramaki Dedemiz. Paralarının büyüğünü küçüğünden ayırmak için kalburla elediği anlatılırdı. Şimdiki Halk Kütüphanesi binası İbramaki Dedemizin eviymiş. O evi okul olarak, (ilk ortaokul o binadaydı) şimdi “İBRAMAKİ” olan binayı da hastane olarak bağışlamış.”
İbramaki Dede, bir dönem devletin yedek asker toplama kararıyla askere alınmış. Birliğe katılmadan önce de çok miktardaki parasını nereye saklayacağı konusunda epeyce kafa yormuş. Sonunda, şimdiki Halk Kütüphanesi’nin bahçesindeki ağacın dibine bütün parasını gömmüş. Yanında çalışan adamı da çağırmış ve demiş ki: “Eğer sağ salim dönersem bu paralar benimdir; dönemezsem hepsi senindir.” Ve gün gelip, sağ salim döndüğünde bakmış ki paralarda bir kuruş bile eksik yok. Sözün sonunda “eskiden insanlar bu kadar dürüsttüler”, diye hayıflanıyor kız kardeşler.
Konu dürüstlükten açılınca, Hacı İbrahim Dede’nin dürüstlüğü ve cömertliğine geliyor söz. Hacı İbrahim Ağa’nın çok büyük bir evi varmış; sabah odası ayrı, akşam odası ayrı. (Boyacıönü’ndeki demir kapılı ev.) Büyük aile olarak hep birlikte yaşarlarmış. “Arap dadılarımız vardı, biz hatırlıyoruz onları”, diyor Özen Hanım. Arap dadılar ramazanda gece sahura kalkıp, pilavlar pişirirler, mani söylerlermiş:
Halayıklar halayıklar
Ocak başında sayıklar
Davulun sesini duyunca
Pirincin taşını ayıklar.
Dönem Efeler dönemi. Rivayet odur ki Efeler zenginlerden alır, fakirlere dağıtırlarmış. Bölgede namlı Çakırcalı Efe de Kuşadası’na gelince, malı mülküyle dillere destan Hacı İbrahim Ağa’nın evinde almış soluğu. Bir de bakmış ki ortalıkta kazanlar kaynıyor, yemekler pişiyor. Düğün var zannedip, sorup soruşturmuş. Çevredekiler “yok”, demişler; “Hacı İbrahim Ağa burada fakir fukarayı toplar, iftar yaptırır, karınlarını doyurur. Bu kalabalık ondandır.” Duyduklarından çok etkilenen Çakırcalı Efe, “ben bu ağadan beş kuruş istemem ve ona bir şey olacak olursa önüne ben gerilirim. Benim yapacağımı o zaten yapıyor”, demiş.
Hacı İbrahim Dedesinin cömertliğini büyük bir gururla anlatan Özen Hanım, bu olayı kendisine aktaran Türkmen Mahallesi Muhtarlarından Tevfik BECEREN’i de saygı ve rahmetle anıyor.
Tüten Hanım’la söyleşimizde laf lafı açarken, bir dönem KUAKMER’in karşısındaki büyük evde yaşamış olan Büşra KÖKSOY ile hısım olduklarını öğreniyoruz. “Büşra Hanım, Muhatter Teyzemin kocası Sıtkı Eniştemin halası olur. Evlenmiş ama çocuğu olmamış. Sıtkı Eniştem onların evladı gibi büyümüş. Çünkü eniştemin babası erken ölmüş ve annesi Uncu’ların dedesiyle ikinci evliliğini yapmış. Ayrıca babamın halası Hacer Hanım da Büşra Hanım’ın kardeşiyle evliydi ve onun da çocuğu yoktu. Gelin-görümce aynı evde Sıtkı Eniştemi kendi çocukları gibi büyütmüşler. Büşra Hanım’ı iyi hatırlarız; kısa boylu, topluca, gözlüklü bir kadındı. Hani Osmanlı Kadını derler ya…”
Büşra Hanım’ın bir dönem Belediye Meclis Üyeliği yaptığı bilgisini anımsayınca, “Osmanlı Kadını” yakıştırmasını yerinde buluyoruz.
Tüten Hanım çok ayrıntılı bilmemekle birlikte, kayınpederi Tahsin ÇINAR ile Cumhuriyet tarihimizin önemli isimlerinden Mahmut Esat BOZKURT’un akraba olduğuna değiniyor. Ardından da bizleri gülümseten bir bilgi ve yorum paylaşıyor: “ M. E. Bozkurt’un babası çok sayıda hanımla evlenmiş; kimi beğenirse alıyormuş. Medeni Kanunu çıkarması bununla ilgili diye düşünürüm. Babasının çok evliliğine bir tepki.”
Tüten Hanım artık kent merkezinde büyük ve çok güzel bir evde oturuyor. Daha önce yaşadığı evlerle kıyaslayınca ne kadar rahat olduğunu söylüyor. Eski evlerde temizliğin, ısınmanın nasıl da zor olduğunu anlatıyor. Hele o merdivenler!.. Sokak kapısını açmak için bile merdiven inmek zorunda olduklarını, sonradan otomatik açma düğmesi konunca biraz rahat ettiklerini….
Cümlesini “ama burada bir yalnızlık var”, serzenişiyle tamamlıyor; gözleri dolarak sanki.
Sevgili eşi Ahmet Bey 82 yaşındayken Tüten Hanım’ı bırakıp sonsuzluğa gittiğinden bu yana, oğlu Tahsin ve gelini Hande ÇINAR ile kızı Bahire ve damadı Merih İLK, sıklıkla yanında olmaya çalıştıkları halde… Torunları Ahmet Arhan, Derin, Duru ve Ferhat, evin içini çocuk neşeleriyle doldurdukları halde…
Böyle bir konforun içindeyken, nedir özlenen eski mahallede, eski evde?
“Boyacıönü’nde otururken, evimizin kapısında bir ip vardı. Kapı çalmak diye bir şey yoktu; ipi çeken içeriye girerdi. Ancak akşam yatılacağı zaman o ip içeriye alınırdı. Zaten komşularımızın çoğu akrabaydı; kocaman odalarda hep birlikte oturulur, sohbet edilirdi. Dağ Mahallesi’ne geçtiğimizde de karşımızda Mehmet TALAY’lar otururdu. Kayınvalidemle komşuyduk. Şükufe Abla vardı, Necati Abi’nin altındaki evde kiracı… Geceleri birbirimize gider gelirdik.
Babaannem zamanında hepimiz toplanır, tombala oynardık. Dedem çok kızardı babaanneme, ‘çocukları kumara alıştırıyorsun, sobaya atcam o kartları’, diye söylenirdi.
Ne zaman televizyon çıktı, komşuluklar da bitti.”
Gözlerdeki hüzün, KUAKMER’den söz açılınca sevinç ve umuda dönüşüyor. KUAKMER’in yapılmasıyla birlikte Yıldırım Caddesi’nin canlandığından, yapılan güzel etkinliklerin eski mahalleyi gündeme getirdiğinden söz ediyorlar, iki kardeş. O sokakların Kuşadası için ne kadar önemli olduğunu ve ayağa kaldırılması gerektiğini söylüyorlar heyecanla.
Söyleşimizi böylece tamamlıyoruz. Ancak ben o “yeşil Mercedes” e takılmış durumdayım. Pos bıyık fabrikatör Hulusi Kentmen’in makam arabası gibi özen göremediği anlaşıldı. Ancak hiç değilse şoför Sadri Alışık’ın, dirseğini camdan çıkarıp, sigarasını da ağzının yan tarafında tüttürerek gazı köklediği ekmek teknesi haliyle kalmalıydı imgelemimde.
Ben “yeşil Mercedes” e, eski Yeşilçam filmleri tadında bir mutlu son beklerken, paranın keşfi öncesindeki takas yöntemiyle Kuşadası sokaklarını terk edip, gitmiş oysa o.
Rahmetli Ahmet ÇINAR, çocuklar büyüyüp de “baba, sat artık bu eski arabayı” dediklerinde , “yeşil Mercedes” Selçuk’ta bir kasaba satılmış. Üstelik Ahmet Bey paraya hiç tamah etmediği için, karşılığında haftalarca et ve kıyma alınarak.
Röportaj ve derleme: Melek – Şefik Sözer