Ne çok şeyi özledik bugünlerde, değil mi? Daha birkaç ay öncesinde çok sıradan, gündelik, alışılagelmiş olan eylemlerimiz şimdi nasıl da ulaşılmaz bir konfor gibi.
Ve ne çok özledik birbirimizi, değil mi? Evet, teknoloji suretlerimizi birbirimizin avucunun içine dek getirebiliyor, ancak suret cisme bürünmedikten ve birbirimizle şöyle Türk usulü sarmaş dolaş olamadıktan sonra özlem giderilmiyor ki!
Şimdilerde nasıl da anlam kazandı o şarkının sözleri: “Seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli!”
Yetmiyor ki bize, “zoom” larda, “house party” lerde toplanmak. Bize sağlam bir masa gerekiyor, çevresinde toplanacağımız. Can Baba’nın olmazsa olmazı, beyazından bir masa örtüsü; kalender meşrebiz, Allah ne verdiyse artık, sofrada… bir de yetmişliğinden açıldı mı şu “Şişede durduğu gibi durmaz”ın… çok değil, ikinci duble sonrası yumruğu vuracağız ki masaya, “Ne olacak şu memleketin hali”, mevzularına girebilelim.
Teknoloji henüz erişemedi ki bu gelişmişliğe!
Bir dost mekanda, dostlarla aynı sofrada memleketi kurtarmayı çok özledik, değil mi?
Şimdilerde yaşanmışlıklarla yetinmeye çalışıyoruz ve elbette biliyoruz ki bundan sonraki yaşanacaklar hepimiz için çok değerli olacak. Çünkü bir anda bütün güzelliklerden yoksun kalabileceğimizi hepimize iyice belletti, şu salgın dönemi.
Demiştik ya madem yeni dost söyleşileri için bir araya gelemiyoruz, o halde eski hoş sohbetlerle anıları canlandırmaya devam.
Sözü “dost mekanda, dostlarla aynı sofrada olmaya” getirince, Kuşadası’nın unutulmazlarından bir mekanı, SİBEL RESTORAN’ı anmadan geçmek olmaz, diye düşündük. Çünkü Ada’nın simge mekanlarından biri. O döneme ilişkin anıları hala belleğinde taptaze duran eşim Şefik Sözer, epeyce duygulanarak şöyle anlatıyor Sibel Restoran’ı ve Mustafa Öven’i: “Kendimizi artık delikanlı hissettiğimiz dönemde bir hayat dershanesi gibiydi Sibel Restoran; Mustafa Amcamız da yol göstericimiz. Sevgili dostum, rahmetli İsmail Öven sayesinde, hayatı yeni yeni algılamaya çalıştığımız dönemde böyle bir ayrıcalığımız olmuştu. İlk rakılarımızı Mustafa Amca’nın masasında, hayata dair önemli dersler dinleyerek yudumlamıştık. İkisini de saygı ve rahmetle anıyorum.”
Yanı sıra Zerrin – İbrahim BAĞCİVAN çiftinin de nişanlılık döneminin romantik mekanı olmuş Sibel Restoran. Zerrin Öğretmen pembe şarabı ilk kez orada tatmış.
Anlaşılan o ki pek çok kişinin belleğinde, şu ya da bu şekilde. bir yerlerde yerini almış Sibel Restoran.
Kaynağımız yine Gözlem Gazetesi. 28 Eylül 1995 tarihinde yayınlanan “yakın geçmişimizin tanıkları ‘ihtiyar delikanlılar’ dan güzel bir örnek” başlığıyla Mustafa ÖVEN ve SİBEL RESTORAN” söyleşisini bir kez daha paylaşmak istedik.
Sevgili Mustafa ÖVEN artık aramızda değil. 1999 yılında onu sonsuzluğa uğurlamışız. Hatta söyleşi sırasında “Hepsinden de çok memnunum”, diye övünçle söz ettiği üç çocuğundan ikisini de… (sevgili İsmail ÖVEN ve Melek DİNÇ) Söyleşiyi gerçekleştirdiğimiz günlerde gözlerinin içi gülerek konuşmalara katılan Naciye Teyzemiz ise eşinin ve iki evladının acısıyla başa çıkmanın çaresini susmakta bulmuş. Kim bilir, belki içinde anılarla sohbetlerini sürdürüyordur, hayattaki tek çocuğu Meral GÜR, gelini Serap ÖVEN ve torunlarıyla birlikte yaşama tutunurken.
Şöyle bir sunuş yazısıyla yayınlanmış söyleşi:
Çok değil, bir on yıl öncesinin Kuşadası’nı bilenler ( 1980’li yılların başı), “Sibel Restoran” ı anımsayacaklardır; Kuşadası’nda henüz turizm başlamamışken açılan birkaç restorandan birisi. Şimdi yok artık. Sahiplerinden Mustafa ÖVEN’e göre, Kuşadası’nda benzeri işler çoğalınca Sibel’e de Kuşadası’nın geçmişindeki yerini almak düşmüş.
Metrekareye düşen restoran sayısının iyice arttığı bugünlerde, bu işin ilklerinden birini konu alalım istedik. Böylece de Sibel Restoranın ortaklarından Mustafa ÖVEN bu sayımızın konuğu oldu.
Çok keyifli söyleşiyor Mustafa Amcamız. Biraz tanıyınca, bu keyfin tümüyle onun bir özelliği olduğunu anlıyorsunuz. Yaşama, insanlara bakışı keyifli çünkü. “Çok çalıştım” diyor, “Çok güzel paralar kazandım, çok güzel de yedim!” Bunları söylerken de mutlulukla bakıyor eşi Naciye ÖVEN’e. O dönem evli çiftlerinde galiba pek de rastlanmayan hoş muhabbetleri var Mustafa Amca ile Naciye Teyze’nin. Kazanılan “güzel paralar” la Türkiye’nin her yerini karış karış gezmişler. Şimdilerde SİBEL PANSİYON’ u işletiyorlar ailecek. “ Hepsinden de çok memnunum” dediği çocukları, torunları, elleriyle yetiştirdikleri onlarca meyve ağacı, gülleri, sarmaşıklarıyla ağırlıyorlar müşterilerini. Akşamın yorgunluğunda da keyifle tüttürüyorlar cigaralarını.
Mustafa ÖVEN, 1927, Kuşadası doğumlu. “Çocukluğum hep işçilikle geçti”, diyerek anlatmaya başlıyor yaşam öyküsünü. “Tütüncülükle uğraşıyorduk. Ya da genel olarak çiftçilik diyelim. Bu yüzden de okuyamadım, ikinci sınıftan ayrılmak zorunda kaldım. Evimiz Hacı Feyzullah Mahallesi’ndeydi. Orada doğup, büyüdük. Beş kardeştik. Hep beraber iki odada büyüdük. İş zamanı tarlaya göçerdik. Tabii o zaman şimdiki gibi değil, evimizin kapısını iple bağlar, göçerdik. Kilit falan yoktu. Komşulardan birinin bir ihtiyacı oldu mu, açıp girer, ne isterse alırdı. Herkesin birbirine güveni vardı, herkes samimiydi; yardımlaşılırdı. Hırsızlık falan olmazdı. Her bakımdan huzurluyduk. Nasıl diyeyim, şimdiki gibi para çok değildi ama huzurumuz vardı.”
Mustafa ÖVEN’in sözünü ettiği zamanlar, Kuşadası yaklaşık altı bin nüfuslu, “küçücük” bir yer. Üstelik “fakir bir memleket”. Mustafa Amca’ya göre “çıkmaz irim”. “ Vasıta bile geçmezdi”, diyor; “Bir tek Söke’den İzmir’e vasıta geçerdi, hepsi bu.” Kuşadalıların bağcılık, tütüncülük ve zeytincilikle geçindiğini o da anlatıyor. “ Baha Bey (UNCU) ve Naci Bey’in (AKDOĞAN) fabrikaları vardı. Oralarda çalışırdık. Öyle inşaat işleri falan yoktu o zamanlar; altı ay çalışıp, altı ay yiyorduk.”
Derken, evleniyor Mustafa Amca ve ilk çocuğunun (Meral GÜR) ardından ikizleri dünyaya geliyor. ( İsmail ÖVEN – Melek DİNÇ) Aile kalabalıklaşınca tarım işleriyle geçim sağlamak pek de mümkün olmuyor. “ O zaman bir kahve açtım” diyor. “Aslanlar Caddesine çıkarken Sedat Bey’in (Sedat AKDOĞAN) oteli vardı. (Eski Akdeniz, şimdiki Eliada Otel) “Otelin lobisini kahve olarak işlettim. Önce bir bilardo masası getirttim; Kuşadası’nda ilkti. Daha sonra pinpon masası koyduk. Yani muvaffak olduk, çok şükür!”
Kahveciliğin ardından “gazinoculuk” serüveni başlıyor Mustafa Amca’nın. “Tahsin Abi (Tahsin YİĞİT) 1957’de parkın (Kasım Yaman Parkı) karşısında ADA GAZİNOSU’nu açtı, beni de yanına ortak aldı. İki sene orayı işlettik. 1959’da top sahasının yanındaki gazinoyu pazarlık suretiyle tuttuk; o zamanın parasıyla 3500 liraya. Uzun müddet orayı işlettik. Adı SİBEL RESTORAN oldu.”
Aslında iki ortak, yeni gazinolarına “MELTEM” adını vermek istemişler. Ancak dönemin kaymakamı Mustafa BEZİRGAN, “SİBEL” adında ısrarcı olmuş. Sibel’in manasının çok güzel olduğunu, denizden, ilahlardan geldiğini söylemiş. Onlar da ikna olmuşlar ve SİBEL RESTORAN müşterilerini ağırlamaya başlamış. Birkaç yıl sonra bulundukları yerde yıkım başlayınca Mahmut Esat Bozkurt İlkokulu karşısına taşınmışlar ve otuz yıl bu işi sürdürmüşler.
Sözü geçen yıllarda Kuşadası henüz turistik bir yer değil. Zeytincilik ve tütüncülükle kıt kanaat geçinebilen Kuşadalıların, gazinoda şöyle bir masa donatıp, hesapsızca keyif yapmaları da pek olağan bir davranış biçimi değil elbette. Peki o “güzel paralar” nasıl kazanılıyordu acaba, diye meraktayız. “Tire, Ödemiş, Aydın ve İzmir’den gelen müşterilerimiz vardı”, diyor Mustafa Amca. Aslında onlar da yazın gelirlermiş. Toplamda yalnızca kırk beş gün çalışıp, yaz bitiminde kimse kalmayınca kapatırlarmış gazinoyu. Ancak kazandıkları parayla bir yıl boyunca çok rahat geçinirlermiş.
1995 yılında söyleşiyi yazarken düşünmüşsem de dile getirmemişim. Oysa şimdi yazının tam da bu bölümünde yine bizim o güzelim Yeşilçam Filmleri geliyor gözümün önüne: Hasat zamanı iyi miktarda ürün kaldırıp ceplerini bir güzel dolduran toprak sahiplerinin, soluğu gazinolarda aldıkları, kuş sütü eksik masaların donatıldığı, garsonundan bulaşıkçısına kadar tüm çalışanların ihya edildiği o siyah beyaz sahneler…
Derken, yavaş yavaş yabancı turistler görülmeye başlanmış Kuşadası’nda. “Haftanın dört beş günü teknelerle Yunanistan’dan turistler geliyordu. O zamanlar gemiler tek tük olurdu. Turistler daha çok küçük teknelerle gelir, günübirlik Efes’i, Meryem Ana’yı gezerlerdi. Onlara öğle yemeği verirdik.” Ve gülümseyerek sürdürüyor konuşmasını: “Valla her şey derme çatmaydı o zamanlar. Mekanı açtığımda on iki tane servis tabağım vardı. Öyle çeşit çeşit yemek olmazdı. Buzdolabı yoktu her şeyden evvel! Kasaların içine buzlar doldurup, orada soğuturduk her şeyi. Ada Gazinosu zamanında İzmir’den vitrinli bir buzdolabı alıp geldim. Ada’da ilkti ve çok dikkat çekmişti. (Aynı dönemde Çam, Diba ve Toros Restoran var Kuşadası’nda) Sibel’i açtıktan sonra da deep freeze almıştık. Denemek için domatesleri koyduk içine. Sonra alıp yere attık, domates zıpladı. Hepimize çok ilginç gelmişti. Böylece balık işine de girebilmiştik.”
Kendi mekanında gerektiğinde garsonluk da yapıyor Mustafa Amca. Günde 200 – 300 TL gibi, o dönem için epeyce hatırı sayılır miktarda bahşişi olduğunu öğreniyoruz.
Bir keresinde Demokrat Partililer geliyorlar Sibel Restoran’a. Yemekleri soruyorlar. “Biz de mekanda melemen yapıyoruz, birkaç çeşit kebap filan…” Çeşidi az bulup, bozuluyor partililer. Bunun üzerine dönemin Aydın Milletvekili Ekrem Torunlu ağırlığını koyuyor ve “Beyler, burada umduğunuzu değil, bulduğunuzu yiyeceksiniz”, diyerek, Mustafa Amca’yı mutlu ediyor.
Söz partililerden açılınca, konu kendiliğinden politikaya gelmiş oluyor. Dolayısıyla Mustafa Amca’yla biraz da siyasetten konuşmaya başlıyoruz.
Mustafa Öven ve kardeşleri, kendi deyişiyle “koyu” Halk Partili babanın Demokrat Partili çocukları. İlk bakışta çok demokratik bir aile yapısı gibi görünse de işin aslının öyle olmadığını anlatıyor. Malum, dönem kahvelerin, berberlerin oy verilen partiye göre ayrıldığı bir dönem.
“Siyasete 46’da Demokrat Parti’de başladım. On sekiz yaşındaydım. O zamana kadar particilik nedir, kimse bir şey bilmiyordu. Önayak olduk, partinin gençlik kolunu kurduk. Muhtar Hasan, Sabri Mumcu, Cahit Limoncu, şimdi hatırlayamayacağım birkaç kişi daha vardı. İlçe başkanı Kazım Muştu’ydu.
Babam İnönücüydü. On üç sene birlikte savaşmışlar. Tabii aramızda sürtüşmeler oluyordu. Daha çok anneme baskı yapardı babam; Halkçı Partiye rey vereceksin, diye. Ama annem dinlemezdi. Bizimle de zaman zaman tartıştığı olurdu. Bir keresinde kardeşim, babamla karşılaşmamak için dolaba saklanmıştı.”
Siyasal tutumların genellikle aile kaynaklı olduğuna tanık olduğumuz ülkemizde, Demokrat Parti dönemi, bu geleneği etkili bir şekilde sarsan bir dönem olmuş sanki. “Çok güzel konuşurlardı DP’liler”, diyor Mustafa Amca; “rahata, feraha çıkılacaktı. Bankalardan kredi alabilecektik. Hakikaten de sözlerini tuttular.”
Demokrat Parti dönemi kapandıktan sonra siyasi çalışmalarına Adalet Partisi’nde devam ediyor ve bir dönem meclis üyesi olarak çalışıyor. Siyasetle ilgili olarak son sözü hepimiz için tanıdık: “Valla siyaset çok güzel bir şey ama çok yıpratıyor insanı.”
Seksenli yılların ortalarına dek varlığını sürdüren Sibel Restoran, Ada’da benzeri iş yerlerinin çoğalmasıyla birlikte iki ortak tarafından “gönül rızasıyla” devrediliyor. Ardından da herkes kendi işiyle uğraşmaya başlıyor. Böylece Mustafa Öven’in “Sibel Pansiyon” u yerli, yabancı turistlere doğal ortamında ve güler yüzüyle ev sahipliği yapmaya başlıyor.
Mustafa Amca’nın gençliğinde çok haz duyduğu, ancak ilerleyen yaşlarında çok pişman olduğu bir merakı var: Avcılık.
“Rençberlik yaptığım dönemde ava da gidiyordum. 47’de askere gidene dek devam etti bu merakım. Askerde dönünce beş on sene gitmedim, ancak sonra yine başladım. Bu sayede doğu ve güney doğuyu dolaştım. Ağalarla birlikte dağlara çıkardık. Bu arada çok güzel köpeklerim oldu. Özellikle bir tanesi vardı, Linda, onu çok severdim. Zaten avcılığa heves ettiren tüfek değil, köpektir. Köpek avı bulur, izler, getirir; sen vurursun. O yüzden ‘on liralık tüfek, yüz liralık köpek’, denir. Ama, o güzelim canlılara kıymak hayatımdaki en büyük pişmanlıktır.”
1995 yılında kaleme aldığım bu söyleşiyi, Mustafa Amca’nın avcılık konusundaki bu içtenlikli itirafından mutluluk duyduğumu belirterek bitirmişim. Şimdi bunu yazarken yine mutlu oldum, çünkü bu itiraf aynı zamanda bir ders, bir öğüt niteliğinde.
Ve bir de şunu düşündüm: Bu söyleşi sırasında henüz yedi yaşında olan en küçük torunu Mustafa, tanımaya fırsat bulamadığı büyük babasını, bizzat kendi anlatımından daha da yakından tanıyacak. Ve bir kez daha mutlu oldum.
Huzurla uyuyun, ihtiyar delikanlı Mustafa ÖVEN ve varlıklarıyla babalarını çok mutlu eden sevgili İsmail ÖVEN, sevgili Melek DİNÇ.
Röportaj ve derleme: Melek – Şefik Sözer