KUŞADASI’NIN İKİ YÜZ YILLIK TARİHİ

KUŞADASI MUHAFIZI AHMET İLYAS AĞA’DAN AKDOĞAN AİLESİ’NE…

ZERRİN – HAŞMET AKDOĞAN

Araba, “Beyler Sokağı” diye anılan Anıt Sokak’ın Arnavut kaldırımı döşeli zemininde, yolcularını sarsmamak için olabildiğince yavaş ilerledi ve 17 no’lu kapının önünde durdu. Sağ ön kapı açıldı, Haşmet Bey sevinçli bir telaşla arabadan inip arka kapıyı açtı. Kırmızı lohusa kurdelesi hala saçlarında takılı duran eşi Zerrin Hanım’la göz göze geldiler. Bu sevgi dolu bakışma anı, Zerrin Hanım’ın kucağındaki yastığın üstünde yatan iki günlük bebek kıpırdanmaya başlayınca kısa sürdü. Haşmet Bey, bebeği üzerinde yattığı yastıkla birlikte kucağına aldı ve kapıya yöneldi. Anıt Sokak’ a açılan ve hiçbir zaman kilitlenmeyip yarı açık duran kapının ardından telaşlı koşuşturma sesleri geliyordu. Haşmet Bey, evin dış kapısına giden yolda annesi Rahime Hanım’ı sevinçle kendisine doğru gelmeye çalışırken gördü. Rahime Hanım yüreği ağzında, gözyaşlarının akmasını engellemeye çabalıyordu; ancak gözlerindeki rahatsızlık nedeniyle takmak zorunda olduğu gözlüğün koyu renk camları buğulanmıştı bile. Anne oğul ortada buluştular. Haşmet Bey kucağındaki yastığın üzerinde mışıl mışıl uyumakta olan oğlunu annesinin kollarına uzattı; “Al anne, sana Esat Bey’ i getirdim!” dedi.  Rahime Hanım’ın sevinç gözyaşları gözlüklerinin altından çenesine doğru iniyordu.

…………………………………….

            Büyük Evin Bahçesinde

Elli sekiz yıl önce, bir yastığın üzerinde uyurken sevinç ve sevgi dolu kucaklarda girdiği o büyük evin kocaman bahçesine,  Esat Akdoğan ile yağmurlu bir günde birlikte giriyoruz. O her zaman açık duran kapı, bu kez zincirle bağlanarak kapatılmış. Çünkü uzun yıllardır o kocaman bahçede ve büyük evde kimse yaşamıyor. Biraz zorlanarak açılan kapıdan girdiğimiz bahçe, kentin ortasında yaklaşık beş dönümlük bir alanı kapsıyor. Böylesine görkemli ağaçların yer aldığı, bu denli büyük bir bahçeye girince, kendimi “Alice” gibi hissediyorum: Anıt Sokak’ a açılan kapıdan girdik ve betonlaşmış Kuşadası gerçekliği o kapının dışında bir kâbus olarak kaldı. İçinde bulunduğumuz yer ise olsa olsa  “Harikalar Diyarı”dır. 

Kötü niyetlerin aleviyle tutuşsa da bazıları, kalanların ise yalnız ve korunmasız bırakılmışlığın kırgınlığı bakımsız gövdelerinden, dallarından anlaşılsa da unutulmadıklarını biliyorcasına var olmaya çabalamış ağaçlarla çevrili her yan. Gökyüzüne uzanan dalların arasından kimi kez kara, kimi kez gri bulutlar akıp geçiyor. Ara sıra serpişen yağmur damlacıkları yaprakların üzerinde küçük ışıltılar bırakıyor. Gözlerimi ağaçların tepelerinden, gökyüzündeki bulutlardan ayıramıyorum uzunca bir süre. Ve elindeki saate bakarak söylene söylene yürüyen tavşanın bir yerlerden çıkıvereceği duygusuna kapılmışken ayağım bir şeye takılıyor; sendeliyorum. Büyülü güzelliği başımın üzerinde bırakarak, ayağımın altındaki sevimsiz gerçeklikle yüzleşiyorum.

Beni sendeleten, üzerinde parçalanmış bir ayakkabı tekinin de bulunduğu çöp öbeği, bahçe kapısından büyük evin girişindeki merdivenlere kadar devam eden yolu tümüyle kaplamış; cam kırıklarından plastiklere, eski giysi parçalarından kap kacak kırıntılarına dek her şey var. Üzerlerine dökülen kuru yaprakları bile kirletiyorlar. Bu yolun, Rahime Hanım’ın torununu kucaklamak için sevinçle koştuğu yol olduğunu kavramam oldukça güç. Eve doğru yürürken, çöplerin temizlendiğini, Zerrin Hanım’ın gözleri dolarak, “Ne güzeldi!” diye anlattığı anıların ortaya çıktığını düşlemek istiyorum. Ancak çok zor elbette… Bahçe kapısından girince yaklaşık on beş metrelik bir uzaklıkta, yangının geride bıraktığı yarım duvar ve önünde evin ikinci kat girişine çıkılan mermer basamaklı merdiven kalıntıları düşlem gücüme aşılmaz bir set çekiyor.

İlk kez 2017 yılında, bu büyük evin “küçük hanımefendisi”, rahmetli Şükufe ÖZBAŞ’ tan dinlemiştim, binanın görkemini. Sonrasında evin tek gelini ve kıymetlisi Zerrin AKDOĞAN, kendi yaşadığı dönemin güzelliklerini anlattı. Şimdi de bu güzel anların bir bölümüne çocukluk ve ilk gençlik yıllarında tanık olmuş, evin tek erkek torunu Esat AKDOĞAN, hem bu büyük evle, hem de içinde yaşayanlar ve yaşananlarla ilgili ne biliyor, ne anımsıyorsa bize anlatmaya; imgelemimizde orayı eski haliyle canlandırmamızı sağlamaya çabalıyor. Bazen bakışlarından, bazen sesinin tınısından, anlattıklarını o anda adeta yaşıyor olduğunu anlayabiliyoruz.

Evin ikinci kat girişine sağa kıvrılarak tırmanan mermer basamaklı merdiven, zamanın, doğanın ve elbette insanın yıpratıcı etkisine direnip güzelliğini hala fark ettirecek kadar sağlam kalabilmiş. Esat Bey yukarıdakilere göre daha iyi durumdaki alt basamakların birinde durup bize dönüyor ve kısa bir süre halinden tavrından anlatmakta kararsız kaldığını gözlemlediğimiz hoş bir anıyı aktarıyor:

“Bu merdivenin yanı başında, dallarıyla tırabzanı sarmış,  kocaman bir yasemin vardı. Merdivenden çıkarken kokusuyla sarardı hepimizi. Rahmetli babam, çok sık olmamakla birlikte, arkadaşlarıyla akşam yemeğine çıkıp da geç vakit eve döndüğünde, merdivenden çıkarken iki avucuna yasemin doldurup annemin yanına öyle giderdi. O akşam yemeğinde bulunmadığı ve eve geç döndüğü için annemin hoşgörüsüne sığındığını bu şekilde ifade ederdi.”

         Oğlum Kuşadası’nda Büyümesin İstedim…

             Zerrin Hanım söyleşiye, o dönem Kuşadalı genç erkeklerin kabul görmüş davranış biçimleri olan kağıt oyunlarına düşkünlüklerinden sevgili oğlu Esat’ ı koruma çabalarını anlatarak başlıyor.

“Kuşadası’nda gençler oyuna çok meraklıydılar. Çocuğum da oyuna alışır, kaygısıyla burada kalmasını istemedim. Babası vefat ettiğinde Esat on beş yaşındaydı. Baba olmayınca çocuk büyütmek çok zor. Bereket versin ben biraz üstüne düşmüşüm; iki çocuğum da eğitimlerini başarıyla tamamladılar. Oğlum Esat İzmir Özel Türk Koleji’nden sonra Avusturya’ da üniversite eğitimi aldı.  Gelinim Rozi ile çok güzel bir düğünle evlendiler. Biri kız (Yona Deniz AKDOĞAN),  biri erkek (Haşmet Mert AKDOĞAN) iki şahane torun verdiler bana. Kızım Tan (Tan AKDOĞAN KANTEL) babasının vefatından sonra kendi kararıyla Londra’dan İstanbul’ a döndü. Boğaziçi Üniversitesi’nde psikoloji eğitimini tamamladı. Ancak mesleğini yapmadı.  Ablası Nur ile birlikte başarılı işlere imza attılar. O da mutlu bir evlilik yaptı, ama maalesef eşini erken yaşta kaybetti. Kızımın da iki oğlu var. (Efe KANTEL, Yiğit KANTEL) Onlar da şahane çocuklar. Biri üniversiteyi bitirdi, diğeri de bitirmek üzere.  Çok şükür, çok mutluyum onlarla.”

            İzmirli Genç Öğretmen

            Zerrin Hanım, Denizlili Sabri Oğuz Bey ile Ödemişli Rüveyda Hanım’ın beş çocuğundan biri. Çocukluğu İzmir’ de geçmiş. Babası genç yaşta demir yollarında memur olarak göreve başlamış, liseyi bitirdikten sonra da İzmir’e atanmış. En son Basmane Gar Müdürü olarak görev yapıp oradan da emekli olmuş. Annelerini genç sayılabilecek bir yaşta, 1951 yılında kaybetmişler. Üç abla ve bir erkek kardeş, babalarıyla hayata tutunmuşlar. “Üç ablam da artık hayatta değil”, diyor; “İzmir’de yaşayan erkek kardeşimle ikimiz kaldık.”

Zerrin Hanım’ın eğitim süreci Alsancak’taki Gazi İlkokulu’ da başlamış. İzmir Kız Lisesi’ndeki orta öğrenim yıllarından sonra lise eğitimini, Atatürk Lisesi karşısındaki Cumhuriyet Kız Enstitüsü’nde tamamlamış.

 “Müdüranım notları yüksek olanları teşvik etti, Ankara’ da Öğretmen Okulu imtihanlarına girdik. Beş altı kişi kazandık. Ankara Kız Teknik Öğretmen Okulu’ nda dört sene okuduktan sonra 1957’de mezun oldum ve ilk kuramı Elazığ’ a çektim. Yirmi bir yaşımdaydım. Elazığ’daki okulun yatılı olduğunu öğrenmiştim; rahat ederim diye isteyerek gittim. Fakat olmadı. Altı ay kadar kaldıktan sonra sömestr tatilinde İzmir’ e geldim ve babama, ben yapamayacağım, dedim ve geri dönmedim. Hatta hiç haber bile vermedim okula; müstafi addettiler beni.

Ertesi sene tekrar müracaat ettim. Kız Teknik’ ten bir hocamıza aileme yakın bir yer olsun diye rica ettim. Sağ olsun yardımcı oldu, tayinim Alaşehir’ e çıktı. Bir sene orada çalıştım. Sonra da Kuşadası’na tayin oldum.”

            Hem Öğretmen Hem Müdür

Böylece Zerrin Hanım 1959 – 1960 eğitim – öğretim döneminde yeni görev yeri olan Kuşadası Akşam Kız Sanat Okulu’nda (şimdiki İbramaki Sanat Galerisi binası) biçki dikiş öğretmeni olarak çalışmaya başlar. Yabancısı olduğu kasabaya çok çabuk alışır. Gerek Kaymakam (Mustafa BEZİRGÂN) , gerek İlçe Milli Eğitim Müdürü Süleyman Bey( o dönemde Milli Eğitim Memuru denirmiş) ve de Kuşadası halkından çok yakınlık ve destek görür.

“Kaymakam Bey, ev buluncaya kadar binanın bir odasında kalabileceğimi söyledi. Yanıma bir öğretmen daha tayin ettiler. Odaya iki somya koyduk. Dolaplardan birine elbiselerimizi astık. Ben hem öğretmen,  hem müdür olmuştum.”

O dönemde okul binası çok eski ve bakımsız bir durumdadır. Zerrin Hanım’ın binayı ve okul araç gereçlerini yenileme çabasını Esat Bey gururla anlatıyor:

“Annem İzmir Mithatpaşa Sanat Okulu Müdürüyle görüşüp, gerekli tamiratlar için destek istemiş. Müdür, okulun marangozluk atölyesini seferber etmiş ve binanın iyileştirilmesi için ellerinden geleni yapmışlar. İki eğitim kurumunun böyle güzel bir işbirliği yapması çok anlamlı. Annemin idealistliği de başlı başına takdire değer.”

Zerrin Hanım’ın eğitimcilik görevini nasıl içselleştirdiğini, eğitimciliği yalnızca derslikte ve ders süresince yerine getirilen bir görev değil, bir yaşam biçimi olarak benimsediğini gösteren bir diğer örneği de kendisinden dinliyoruz:

“O zamanlar Kuşadası’nda bütün kadınlar peştamal örtünüp sokağa çıkarlardı. Örtünmeye karşı değilim; benim annem de başını eşarpla örterdi. Ancak peştamalla örtünmek bana çok tuhaf gelmişti. Okulumuza müstahdem olarak alınan Mediha Hanım da baktım, peştamalla okula gidip geliyor. Aldım karşıma, bak dedim, okula böyle gelinmez, manto giymen daha doğru ve şık olur. Başını da eşarpla örtebilirsin. Neyse, okulda ona bir manto diktik. Sonrasında hiç peştamal kullanmadı.”

            Müstahdem Mediha Hanım, Zerrin Hanım sayesinde şık bir mantoya kavuşmuş kavuşmasına da biri emzikte, dört çocuğuna bakacak kimsesi olmadığı için işi bırakmak zorunda olduğunu bildirmiş. Sorun çözmeye odaklı Zerrin Hanım elbette bu istifayı kabul etmemiş; okul binasının alt katında depo ve yemekhane olarak kullanılan yerde çocukların bakımının sağlanacağı bir yer oluşturmuş.

 Bir yönetici olarak çalışanının sorununu çözmek, motivasyon ve verimini artırmak için verilen uğraş, elbette ki çok değerli. Mediha hanım ne kadar da şanslıymış, diye düşündürüyor.

Kim Bu Bey?

Öğretmenliğinin üçüncü yılında yeni bir ortamda, üstelik müdürlük görevini de üstlenen Zerrin Hanım, daha önce öğrenmediği defter tutma, dosya hazırlama gibi okul yönetimiyle ilgili işlerle başa çıkabilmek için Söke okulları da içinde olmak üzere deneyimli müdürleri ziyaret etmek zorunda kalmış. Elbette Kuşadası İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü ve Kaymakamlık binasına da sıklıkla gitmiş.

Hükümet binasının sırasında erkeklerin oturup çay kahve içtikleri bir kulüp vardı. Yazın masalarını dışarıya çıkarırlardı. Ben de acemi bir müdürüm; neyi, nasıl yapamam gerekiyor diye devamlı Kaymakamlığa gidip geliyorum. Ne zaman oradan geçsem bir bey ayağa kalkıp ceketini ilikliyor. Ben de şaşırıyorum; bir değil, iki değil… Bir yandan da meraktayım, kim bu bey diye. Bir gün dayanamayıp kâtibe sordum. Haşmet Bey o, dedi; buranın yerlisi ve tanınmış biridir. İyi de niye her seferinde kalkıp ceketini ilikliyor?”

            Zerrin Hanım o anları gözlerinde ışıltılarla, tadını çıkara çıkara anlatırken bir şarkıyı duymaya başlıyorum inceden:

                         Bir bahar akşamı rastladım size

                        Sevinçli bir telaş içindeydiniz

                        ………………..

            1920 doğumlu Haşmet AKDOĞAN, İzmir Atatürk Lisesi’nde geçen çok başarılı lise öğrencilik yıllarını, 1937 – 1938 öğrenim döneminde okulu birincilikle bitirerek tamamlamış. Sonrasında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesini de birincilikle kazanmış Ancak ikinci yılında babası vefat edince, okulu bırakıp Kuşadası’na geri dönmüş. Yirmi sekiz yaşında Kuşadası belediye Başkanı olmuş. Zerrin Hanım’ın sözünü ettiği dönemde ise Halk Partisi İlçe Başkanıymış. Parti yönetimi gelir elde etme amacıyla bir etkinlik düzenlemiş. Sonradan alış veriş merkezi olan Naci Bey’in sinemasında.(kışlık Doğan Sineması), zamanın ünlü ses sanatçısı Nevin DEMİRDÖVEN konser verecekmiş.

“Sinemanın arkası zeytinyağı fabrikasıydı. Fabrikaya ve sinemaya iki ayrı kapıdan girilirdi. Sinema salonunda kadınlar matinesi olurdu. Neyse, konser olacağını duyunca biletlerimizi aldık. Salonda kadınlar bir tarafta oturuyor, erkekler bir tarafta. Ortada da sahneye çıkmak için ayrılmış bir geçiş var. Haşmet sürekli orada geziniyor ama hep bizim oturduğumuz tarafa bakıyor. Ben bu kez yanımda oturan arkadaşlarıma sordum, bu bey kimdir, diye. Anlatılanlarla iyice tanımış oldum kendisini. Tabii sonradan öğrendim, bütün bunları dikkatimi çekmek için yapıyormuş.”

Çok hoş gülümsüyor Zerrin Hanım. Anlattıkları bizde de hoş duygular uyandırıyor; biz de gülümsüyoruz; istemsiz.

“Hükümet binasının arka sokağında bir otel vardı, adını hatırlamıyorum, giriş katı restorandı. Bir gün Kaymakam Bey, Milli Eğitim memuru ve Zeki bey (M.E.Bozkurt İlkokulu Müdürü), Milli Eğitim’in ilk müdürlerinden biri olarak beni de o restoranda yemeğe davet ettiler. O yemeğe Haşmet de geldi. Benimle tanışmak istemiş. Kaymakam Bey de okulumuzun müdürü diye beni tanıttı.

Derken, okulumuzun sene sonu sergisi çalışmalarımız başladı. Serginin açıldığı gün, Haşmet’in Behire Ablasının (Behire GÖKTEPE) iki kızı da (Sülün ÖZBAŞ ve Gül ÇELİK) sergiye gelmiş. Ama kendi istekleriyle değil, Haşmet göndermiş onları. Ben de müdür masasında oturuyorum. Kapı açık, gelenlere hoş geldiniz diyorum. Sülün ve Gül ile böylece tanışmış olduk. Ayrılırlarken ziyaretinize geleceğiz dediler; geldiler de nitekim. Evim yoktu henüz, onları müdür odasında ağırladım.

Ve tatilde İzmir’deki evimize gelip beni isteyeceklerini öğrendim. Babama söyledim, buyursunlar, dedi. O zaman ablalarımın üçü de bekâr; annem yok. Haşmet’in annesi de gözlerinden rahatsız olduğu için gelemedi. Teyzesi (Avniye BOZKURT, M.E.Bozkurt’un kardeşi Kenan BOZKURT’un eşi),  iki görümcem ve eşleri (Behire – Kazım GÖKTEPE ve Şükufe – Cemal ÖZBAŞ), yeğeni Sülün ÖZBAŞ ve eşi Mustafa ÖZBAŞ toplanıp gelmişler. Kısmetmiş, hemen o akşam yüzükleri taktık.”

            Zerrin Hanım bu sözleri söyledikten sonra oturduğu kanepeden kalkıp karşımızda duran ve değerli bir antika eşya olduğu hemen göze çarpan büfeden, çok şık bir çerçeveye yerleştirilmiş fotoğrafı getiriyor. Fotoğrafta gencecik, zarif, su gibi ve o hoş gülümsemesiyle Zerrin Hanım var. Üzerinde muhteşem bir gelinlik; “kendim diktim, çok güzel olmuştu”, diyor gururla. Ardından Haşmet Bey’le birlikte çekilen diğer fotoğraflarına bakıyoruz.

 “…Ve sonsuza dek mutlu yaşadılar…”, denmesini bekliyoruz, ancak kimse söylemiyor.

            Büyük Evde Yeni Hayat

1960 yılında İzmir Fuar Evlendirme Dairesi’nde kıyılan nikâh sonrası Akdoğan çifti Akdeniz Vapuruyla bir haftalık balayına çıkar. Balayı bitiminde de o bahçe kapısı hiç kapanmayan büyük evde, Haşmet Bey’in annesi Rahime Hanım’la birlikte yeni hayatına başlar Zerrin Hanım. “Kayınvalidem balayı dönüşümüzde öyle güzel karşılamıştı ki beni, hiç unutamam. Ölünceye kadar da hep öyle güzel davrandı bana.”

1961’ de, güzelliğiyle hep dikkatleri çeken kızları Tan dünyaya gelir; 1963’te de oğulları Esat.

            Zerrin Hanım Haşmet Bey’in ikinci eşidir. İlk evliliğini Mahmut Esat Bozkurt’un kızı Gün Hanım (Gün BOZKURT TEKAND) ile yapar. Bu evlilikten Gül ( Prof.Dr. Gül AKDOĞAN GÜNER)  ve Nur ( Nur AKGERMAN) adlı iki kızı dünyaya gelir. Zerrin Hanım dört kardeşin ilişkilerinin çok iyi olduğunu özellikle vurguluyor.

“ Hiçbir zaman iki ayrı annenin çocukları gibi olmadılar. Birbirlerine çok düşkündürler. Gül de Nur da çok başarılı oldular hayatta. Gül’ün elinde sürekli kitap olurdu; çok çalışkan bir öğrenciydi. Mükâfatını da gördü. Çok başarılı bir akademisyendir. Nur da Beymen Genel Müdürü oldu. Sonrasında da önemli çalışmalar yaptı. Türkiye’nin önemli kadın girişimcilerinden biridir.

Haşmet her yaz Gül’ü ve Nur’u büyük eve getirirdi. Bütün yazı bizimle birlikte, baba evinde geçirirlerdi. Çok güzel zamanlardı.”

            Vedalaşamadan…

On sekiz yıl evlilikten sonra, 1979’ da Haşmet Bey akciğer kanseri nedeniyle vefat edince, mutluluk ağır bir hüzne dönüşür. Kızları Tan İngiltere’de, oğulları Esat İzmir Özel Türk Koleji’nde yatılı okurken yaşanmış bu dram. Haşmet Bey’e kanser tanısı konduğunda Hemen Londra’ya götürülmüş. Ancak Zerrin Hanım’a izin verilmemiş. Bir yıl önce yurt dışına çıkmış olduğu için devlet iki yıl üst üste yurt dışına çıkma izni vermiyormuş. Haşmet Bey’ e orada öğrenim görmekte olan kızı Tan ve ilk evliliğinden olan diğer kızı Nur refakat etmişler. Hemen hastaneye yatırılıp ameliyata alınan Haşmet Bey’den kötü haber gelince, Zerrin Hanım cenazeyi getirmek üzere yeniden izin istemiş. Ancak yine vermemişler. “Nur ve Tan getirdiler cenazeyi. Bir gece büyük evde kaldı, ertesi gün defnedildi. Nasıl anlatayım, çok zordu”, derken gözyaşları konuşmasını engelliyor. “Sadece kabristanda şöyle bir açıp bakabildim yüzüne.”

            Sevgili eşle vedalaşamamanın, üstelik bu engelin devlet tarafından kendi memuruna reva görülmesinin travmasını hafifletecek ne yapılabilir, ne söylenebilir ki?… Susuyoruz birlikte.

            Gerçekten Anne Oldu Bana

Zerrin hanım söyleşi boyunca yeri geldikçe kayınvalidesi Rahime Hanım’ı sevgiyle anıyor. Sıklıkla kendisine gerçekten annesiymiş gibi davrandığından söz ediyor. Rahime Hanım öylesine içtenlikle hak etmiş olmalı ki erken kaybettiği annesinin yerine koyuyor onu.

”O kadar çok sevdik ki birbirimizi, Haşmet’in ölümünden sonra da beni yalnız bırakmadı. Ben artık bu büyük evde oturamam, dediğimde de benimle birlikte İzmir’e geldi. Sonra bu evde de (Kuşadası’nda, şimdi oturduğu ev) birlikte oturduk.

Gözlerinden rahatsızdı. Tedavi için İsviçre’ye bile gitmişler ama çare olmamış. Okumayı da öyle çok severdi ki kendini zorlayarak okumaya çalışırdı.

 Ölünceye kadar beraber yaşadık.  Ölümü de bu evde oldu. Şükufe Ablam, Sülün, kendi ablam, hep birlikte oturuyorduk. Yedik, içtik. Ben artık yatayım, dedi. Yatağına götürüp yatırdık. Meğer ölüme yatırmışız. Ağzından biraz kan geldi, hepsi o!. Ben böyle ölüm görmedim. Çok iyi bir insandı, her halde Allah onu böyle ödüllendirdi.”

            O Kadar Büyüktü ki Bahçemiz!

                        Esat Bey’le büyük evin bahçesini gezmeye devam ediyoruz. Yürüdükçe rahmetli Şükufe Hanım’ın sözleri geliyor aklıma:

“Evimizin bahçesi o kadar büyüktü ki Boyacı Önü’nden başlardı, İki Oklu’dan aşağıya, hamama kadar uzanırdı , kocaman çam ağaçları vardı. Ben o çamların tepesinde büyüdüm.

Bahçe girişinin sağ tarafındaki narenciye ağaçları büyük bir hevesle dallarına doldurdukları meyvelerini kimse toplamayınca küsüp çoğunu yerlere dökmüşler. Ancak hala dalları meyve dolu. Portakal renkli limonlara bakıp çok şaşırıyoruz. O çok bulutlu, gri gökyüzünün depresifliğine, parlak yeşil yapraklar arasına serpilmiş turuncunun değişik tonları nasıl da iyi gelmiş!  

            Evin arkasında ve yanında restoran ( Mavi Köşk) olarak işletildiği dönemden kalma sahne olarak kullanıldığını düşündüren bir platform ve dans pisti var. Anıt Sokak’a paralel yönde ilerliyoruz. Rahmetli Şükufe Hanım’ın anlattığı hamamın yerini gösteriyor Esat Bey. Elbette çok eskilerde kalmış. Çünkü Zerrin Hanım eve gelin geldiğinde hamam yokmuş artık. Evin haremlik selamlık bölümleri de yeni gereksinimler doğrultusunda değiştirilmiş. Zerrin Hanım  Bahçemiz çok güzeldi, çok güzel zamanlar geçirirdik hep birlikte”, diye anlatmıştı bahçe keyiflerini. Haşmet Bey bir bölümünü gül bahçesi yapmış. Gülün her rengini yetiştirmiş. Bir de hamağı varmış. Naci AKDOĞAN’la acente işi yaptıkları dönemde, öğle yemeği için eve geldiğinde yemek sonrası hamakta biraz kestirir, sonra işine gidermiş.

Çok emin değilim ama  Haşmet’le Naci Bey kardeş torunlarıydı sanırım. Sonra Haşmet’le iş ortağı oldular, turizm acentesi kurdular. Eskiden Sümerbank’ın olduğu yerde ofisleri vardı. Bir de tekneleri vardı: MACERA.”

            Yaz aylarında yemekler hep bahçede yenirmiş. Ta ki bir gün bir karga özenle hazırlanmış masanın ortasına pisleyinceye dek.

“Aslında çok zahmetli oluyordu”, diye anlatıyor Zerrin Hanım. “Ağaçlar kocaman. Dallarda çok karga vardı. Zeytinleri yer, çekirdekleri aşağıya atarlardı. Her gün süpürülüp yıkanırdı oralar. Yardımcılarımız bıkmışlardı. Bir de mutfaktan bahçeye getir götür çok yorucu oluyordu. Karga sebep oldu, içeride kiler olarak kullanılan odayı yıkıp, mutfağa bitişik kocaman bir yemek odamız oldu; çok rahat ettik.”

            Yine Şükufe Hanım’ın anlattığı gibi, Çok namlı, parmakla gösterilen evin görkemini Zerrin Hanımdan da dinliyoruz:

 “Çok büyük bir evdi. Geniş geniş çok oda vardı. Bizim odamızdan,  bir ara kapıyla çocuk odasına geçilirdi. Kayınvalidemin odası, kızlar geldiğinde kaldıkları odalar… Girişte, birkaç koltuk takımının durduğu koskocaman bir salon vardı; çok kıymetli, eşyalarla doluydu.  Tavanlar çok yüksekti. (Evinin salonunda duran göz kamaştırıcı antika mobilyaları ve objeleri gösteriyor.). Bu konsolun aynasının tacı bu eve sığmadı, ben de onu başka bir aynanın üstüne taktırıp duvara ayrıca astım. Tabii o büyüklükte bir evin tüm eşyalarını taşımak mümkün olmadı. Artık alabildiğimiz kadar…”

Kirlizade (Killizade) Ahmet Vefik Bey

Esat Bey doğduğu evin ve ailesinin geçmişiyle ilgili epeyce bilgiye sahip. Bildiklerini anlatırken söze “ Kuşadası tarihini Söke tarihinden ayrı tutmamak gerekdiyerek başlıyor. Özellikle Sökeliler ve Kuşadalılar arasında nikah yoluyla kurulan akrabalıklar düşünülünce, haklılığı ortaya çıkıyor.

Ve anlatmayı sürdürüyor.

“Dedem Esat AKDOĞAN’ın babası dava vekili Ahmet Vefik Bey 1854 Kuşadası doğumlu.  Kirlioğulları olarak tanınıyorlar. Sökeli Kocagöz Ailesi’nden Vesile Hanım’la evleniyor ve dört çocukları oluyor: Dedem Esat AKDOĞAN, Suat ORHON, Sadullah KUŞADA ve Feride ALP.

 Bu evi de müvekkili olan Sökeli bir hanımdan satın almış.”

 ( Halk arasında “Müsellim Konağı” olarak bilinen evin Ahmet Vefik Bey öncesine ait bilgilere, Kuşadası Yerel Tarih araştırmacı yazarlarından Sedat Onar ulaşmış. “1” )

Barbaros Hayrettin Paşa Bulvarında şimdi Garanti Bankası olan yer, Ahmet Vefik Bey’in ofisiymiş. Astım hastalığı olduğu için yürüyemez, Aslanlar Caddesi’nden eşekle gidermiş işine. Bakmış eşekle de zor oluyor, bir araba almış. Markasını bilmiyorum, büyük olasılıkla Amerikan arabasıdır. Kuşadası’ndaki ilk araba onunkiymiş. Büyük olay olmuş tabii. İnsanlar toplanıp geliyor, arabaya bakıyorlarmış. Evin önünde sürekli bir kalabalık. Bakmış olacak gibi değil, satmış arabayı.

Dedem Esat Bey, soyadı kanunu çıkınca Killizade lakabının Kirlizade diye anlaşılmasından rahatsızlık duyduğu için AKDOĞAN soyadını almış..”

            Anıların Ağırlığı

            KUAKMER’den birlikte çıkıp Altın Sokak’tan geçerek Anıt Sokak’ta yürüdüğümüz süre boyunca Esat Bey bazı tanıdıklarıyla, komşularıyla karşılaşıyor. Oldukça alçak gönüllü, içten, sıcak hal hatır sormalara tanık oluyoruz. Zerrin Hanım da gelin geldiği, çok da uzun süreli ilişkiler kuramadığı halde, komşularından sevgiyle, minnetle söz ediyor hep.

“Sağımızda, Hatice Yenge ve Faruk Bey ( Faruk ALP, Feride AlP’in oğlu) otururdu. (Çocukları Levent ALP, Jülide ALP PEDAL, Feride ALP KUTSAL)Karşı komşumuz Cemil Sarıoğlu ve eşi Behire Hanım^dı. (Kuşadası Müftüsü Hasan Reşat Efendi’nin yeğeni.) Biraz aşağıda, fırının yanında İbrahim Sarıoğlu ile eşi Muhterem Hanım (Çocukları Mustafa Ergun SARIOĞLU ve Harika SARIOĞLU MATARACI )otururdu. Okul açıldığında İbrahim Bey eksiklerimizin tamamlanması konusunda bana çok yardım etmişti.”

            Uçağa yetişebilmek için bir an önce yola çıkması gerektiği halde, Esat Bey evlerinin önünden kolay ayrılamıyor. Onca anıyı, yaşantıyı dinlemek bile çok etkileyiciyken, yaşanmış, yeni gereksinimler ve zorunluluklarla geride bırakılmış, yaşamsal önem sırasında arka plana düşmüş anlar, anılar, yaşantılarla yüz yüze gelmek, hatta belki iç içe geçmek insanın yüreğini hem coşturur, hem ağırlaştırır diye düşünüyorum. O yüzdendir diyorum, Esat Bey’in adımlarının ağırlaşması; büyük evin kapısına bir türlü arkasını dönememesi.

            Anıt Sokak boyunca ters yönlerde ilerliyoruz Esat Bey’le.  Terk edilmiş, unutulmuş ne çok evin önünden geçiyoruz. Hepsi yeniden görülmeyi, görmek yetmez, bakılmayı öyle çok hak ediyor ki!

            Bilip de yetememenin çaresizliğiyle sessizce yürüyoruz.

Derleyen : Melek – Şefik Sözer

————————————————————–

“1” “Semtin en önemli yerleşim yeri, eskilerin Müsellima Konağı olarak bildiği “İlyaszade Konağı”dır. İsmini 1806-1821 ve 1823-1830 yılları arasında Kuşadası muhafızlığı yapmış, İzmir-Aydın ve Muğla bölgesi ayanlarından İlyaszade Ahmet İlyas Ağa’dan almıştır. Müsellima Konağına dönüşmesi ise Ahmet İlyas Ağa’nın Gürcü kökenli eşinden dolayıdır. Ahmet İlyas Ağa ve eşi, diğer Kuşadası muhafızlarına nazaran özellikle Ortodoks Rumlara karşı himaye edici ve koruyucu davranışlarından dolayı Rumlar tarafından sevilmiştir. Ortodoks Rumlarca Elez Ağa olarak tanınmıştır.

Söz konusu konak, daha sonraki dönemlerde Akdoğan ailesine geçmiştir. I. Dünya Savaşı döneminde geçici olarak bu konağa askerler yerleşmiştir. Savaşın bitimini müteakip tekrar Akdoğan ailesinden Haşmet Akdoğan ve ailesi tarafından kullanılmıştır. Yakın dönemlerde ise konak, kısa bir süre restoran olarak işletilmiştir. Günümüzde konak tamamen virane haline gelerek zamana yenik düşmüştür. Halen boş durumda ve kullanılmamaktadır.