Küçüktük. Mahalledeki bütün çocuklar bir araya gelip, en çok oynadığımız saklambaç oyununun kritik anlarında annemiz sesleniverirdi: “Çabuk bakkala! Yoğurt alınacak. Baban gelmeden, haydi!” Anlaşılırdı ki akşam ezanının okunmasına az kalmış; babaların da işten eve dönmelerine. İşte hep o akşama doğru saatlerinde çatışırdı anneler ve çocuklar. Saklambaç oynarken ebelenmemek için bulabildikleri kuytularda görünmez olmaya çabalarken çocuklar, anneler giderek artan şiddetteki çağrılarına, o en korkulan tehdidi ekleyiverirlerdi: “Baban gelsin, görürsün!”
İşte o tehdit noktayı koyardı. Ebelenmek ile babaya şikayet edilmek arasında hiç çatışma yaşamadan annelere biat edilir, elimize tutuşturulan bir tabak ve parayla köşedeki bakkalın yolu tutulurdu.
Mahallemizin bakkalı…sokakta arkadaşlarımızla canhıraş oynadığımız oyunlar arasında canımız çekip, bazen on kuruşluk leblebi tozu, bazen gazete kağıdından yapılmış külahlar içine çay bardağı ölçüsüyle konan yirmi beş kuruşluk çiğdem, bazen de “cincibir gazoz” aldığımız, sokağımızın köşesindeki bakkal dükkanı.
Önce tabağı verirdik bakkal amcaya (ya da o toptancıya mal almaya gitmişse yerine bakıveren karısına). Tabağı terazinin bir kefesine koyar, diğer kefesindeki gramlık ağırlıklarla tabağın darasını (kap ağırlığı) alırdı. Sonra da evlerdekine benzer buzdolabından kocaman bir tepsi yoğurdu çıkarır, bir servis kaşığı yardımıyla tabağın içine doldururdu. Yarım ya da bir kiloluk ağırlıkta terazinin kefeleri eşitlendiğinde yoğurdun parasını öder ve aklımız hala oyunda kalmış olarak eve dönerdik.
Bir de defterleri olurdu bakkal amcaların. Görüntüsüyle bildiğiniz, sıradan bir defterdi. Ancak ne anne babaların dilinden düşerdi bu defter, ne de öğretmenlerin. Bazen “haydi bakkala”, uyarısı, “hesabı deftere yazıversin”, cümlesiyle tamamlanırdı. Bakkal amca terazinin üstünde durduğu masanın çekmecesinden, kullanılmış sayfalarının alt köşeleri içine kıvrık, epeyce yıpranmış bir okul defterini çıkarır, başparmağını yalayıp, defterin sayfalarını tek tek açarak hesap sahibinin adını bulur ve sattığı malın parasını alacak listesine eklerdi. Haftalıklar ya da aylıklar alındığında hesap sahipleri borçlarını öder, bakkal amca da alacak listesinin üzerine kocaman bir çarpı işareti çizerdi. Ancak uzun listeler oluşturup, üzerine çarpı konamamış kimi hesap sahipleri de yok değildi.
Yani bu “bakkal defteri” önemli bir defterdi; mahallede yaşayanların toplumsal saygınlıklarına kefil olacak denli önemli.
Gelgelelim, öğretmenler hiç sevmezdi bu defteri. Pazartesi günleri yaptıkları defter kontrollerinde bazı öğrencileri “ne bu defterinin hali, bakkal defterine dönmüş” diye azarlarlardı.
Azarlanan öğrencinin babası, bakkal amcanın defterindeki alacak listesine en çok çarpı çizdirip en iyi müşteri ve en saygın mahalle komşusu unvanına sahip olsa da görüntü benzerliğinden dolayı o defterin sahibi öğrenciye, öğretmeni hep sıfırı basardı.
Böylece öğrenciler meslekler arasındaki bakış açısı farklarını bizzat yaşayarak öğrenirlerdi.
Sonra bir bir kapandı mahallelerimizdeki bakkal dükkanları; “market” kavramı girdi yaşamlarımıza.
Marketler çok büyüktüler ve bir bakkal dükkanına sığması olanaksız çeşitte ve miktarda mal satıyorlardı. “Büyük balık küçük balığı yutar” doğallığıyla alıştırılıvermiştik bu kocaman mekanlara. Hatta renk renk, desen desen, tadım tadım yüzlerce ürünü bir arada görmek başımızı döndürmüştü. Dükkanlarını biraz büyütüp çeşidi artırma şansı yakalayanlar, tabelalarındaki “bakkal” ı silip, “market” yazıverdiler. Artık “bakkaldan bir ekmek, bir de yoğurt alma” devri kapanmış, haftalık market alış verişi yapmaya başlamıştık. Çocukların oyun keyifleri “ bakkala koşmak” zorundalığıyla bölünmüyordu; hoş, çocuklar artık sokakta da oynamıyorlardı.
Ya bakkal defterleri? Dükkanlar tek tek kapanırken, üzerine çarpı çizilmeyen hesaplar kalmış mıydı acaba?
Sorunun yanıtı hoş bir sürpriz olarak çıktı karşıma. Yıldırım Caddesi’nden İleri Sokak’a dönerken, köşedeki bakkal dükkanında bir bakkal defteri vardı. Bakkaldan markete geçiş sürecine ayak direyen, belleğimdeki izleri toparlayıp capcanlı halde karşıma çıkaran bir bakkal dükkanı ve renk renk şekerlerin, sakızların sıralandığı masa üzerinde bir bakkal defteri. Elbette bazı değişimler yaşanmıştı; vitrinli buzdolabı vardı örneğin. Yoğurtlar artık hazır plastik kaplarda paketlenmiş halde satılıyordu… Ancak dükkan bildiğimiz bakkal dükkanıydı. Tabelasında “market” yazmadığı gibi, “alış verişinizi mahalle bakkalından yapın” uyarısı yazılı bir de levha asılıydı. Kasada da Bakkal Yalçın duruyordu (ya da onun işi olduğunda eşi Gülriz Hanım).
1956 yılında doğmuş Bakkal Yalçın. Daha söyleşimizin başında uyarıyor: “Tarihleri pek bilemem. Bir tek doğum tarihimi unutmam, çünkü resmi yerlerde hep soruyorlar.” Babası Mustafa İstanköylü, adından da anlaşılacağı üzere İstanköy’den gelmiş. Annesi Gülsüm Hanım ise Kuşadalı. 1922 doğumlu babası beş altı yaşlarındayken ailecek Kuşadası’na göçülmüş. Tarihlerle arası iyi olmasa da yaşlardan yola çıkarak bu göçün 1927-28 yıllarında gerçekleştiği anlaşılıyor. Göç nedeni olarak söz konusu tarihte yaşanan büyük İstanköy depremi anlatılmış çocuklara. Aile dört çocuklu; iki kız, iki erkek. Yalçın Bey’in babası en küçük çocuk. Diğer erkek çocuk Hamza İstanköylü. (Metin İstanköylü’nün babası). Kuşadası’nda o yıllarda liman olmadığı için önce Bodrum’a geliyor aile, daha sonra da Kuşadası’na. Daha önceleri İstanköy’den Kuşadası’na mübadele kapsamında çok gelen olduğu ve bunlardan bazıları da tanıdık olduğu için Kuşadası’nda yerleşiliyor.
“Gazi Mustafa Kemal, adalardan gelen insanlara ‘siz orada malınızı mülkünüzü bırakıp geldiniz, ben sizi mağdur etmeyeceğim’, diyerek, eşit miktarlarda toprak dağıtmış”, diye anlatıyor. İstanköylü ailesi de bu toprak dağıtımı kapsamına alınmış ve aileye, çocuk başına yedi dönüm olmak üzere yirmi sekiz dönüm tarla verilmiş. “Tarlalara o zamanlar tütün, incir, üzüm, zeytin dikilirdi. Bizimkiler zeytin dikmiş. Hepsi de duruyor şu anda”.
İki kuşak öncesinde dikilmiş zeytin ağaçlarının hala varlığını sürdürüyor olmaları, ağaçlara çok çabuk kıyılıp, yerlerine plastik bitki süslemeli “lüx recidance” ların dikilmesinin bir toplumsal davranış alışkanlığına dönüştüğü ülkemizde ve ilçemizde gerçekten şaşırtıcı bir güzellik. Ancak 1956’da dünyaya geldiği evde hala yaşıyor olan Yalçın İstanköylü’nün gözünden bakınca ortada şaşıracak bir şey yok.
“Ben bu evde doğdum”, diyerek sürdürüyor sözlerini. “Biz yedi kardeşiz ve hepsi de burada doğdu. En büyüğümüz ablam Ayla Karataş. İkinci çocuk Ahmet Ağabeyim rahmetli oldu. Ben üç numarayım. Sonra Hulusi, Alper, Erkan ve en küçüğümüz Soner. Babam çiftçilik yapmış, yağhanelerde çalışmış. En son kahvecilik yaptı. Sonra annemle evlenmişler. Annem Kuşadası’nın yerlisi. Ailesinin malı mülkü var, durumları babamlardan daha iyi. Babam çok çalışkan olduğu için vermişler kızlarını. Ancak oturduğumuz evi babam satın almış. Büyük zenginlerden Haznedaroğlu’nun eviymiş; Camiden bile daha eskidir.”
Yalçın Bey çalışma hayatına yedi yaşındayken babasının işlettiği kahvehanede başlamış. “Benim şimdiki dükkanımın karşısındaki kahveyi işletiyordu babam. O zamanlar 1. Dünya Savaşı gazilerinden sağ olanlar vardı; Yunus Çavuş mesela. Ben çocuktum, onlara çay dağıttığımı hatırlıyorum.”
Baba İstanköylü iki oğlu Ahmet ve Yalçın ile birlikte kahveyi işletirken başına bir iş gelip de hapse düşünce, küçük yaşlarına karşın iki birader işi üstlenmişler. O zaman on bir yaşındaymış Yalçın Bey. Elbette bu koşullarda okul da çok öncelikli olamamış yaşamlarında. “Eski Yedi Eylül İlkokulu’nu bitirdim. Halime Erbey öğretmenimdi. Okul Müdürümüz de Reşat Bey. Sonra Kaya Aldoğan Ortaokulu’na gittim, ancak ikinci sınıfta bıraktım. Aile şartları işte!”
Biraz çocukluğunun Kuşadası’ndan söz etmesini istiyoruz Yalçın Bey’den. Anlattıkları elbette diğer komşularımız Ayten Altınsoy ve Düriye Sarayköylü’nün anlattıklarından çok farklı değil. “Eskiden Kuşadası’nda çiftçilikle geçinilirdi”, diye anlatmaya başlıyor o da. “Yazın tütün, kışın zeytin işi. Kuşadası Halkı kadar çalışkan bir halk var mıdır, bilmem. Kadın, erkek, çocuk birlikte çalışılırdı. Mal sahibi olanlar yanlarında çalışanlarla birlikte kendileri de çalışırlardı. Peder bir zamanlar büyük tütün işi yapardı. Kazım Muşti’nin Demokrat Parti İlçe Başkanlığı yaptığı dönemde. Kazım Bey, Kuşadası’ndaki büyük ağalardan biriydi. Davutlar tarafında altmış, yetmiş dönümlük tarlaları vardı. Oğlu Mustafa’yla biz o çiftliklerde beraber büyüdük. İzmirli Ali, Fethi’nin Mustafa, Çavuşun Cemal, benim babam Kuşadası’nın sayılı büyük tütüncüleriydi. Denizli’den ameleler gelirdi, onlarla birlikte biz de çalışırdık. Ağalık, patronluk yok yani; komple aile olarak çalışıyoruz, yaşlı babaannem dahil.”
Kuşadası’nın her yerindeki tarlaların tütün dikimine uygun olduğunu söylüyor Yalçın Bey. Bir tek Karaova’da kota uygulaması varmış. Bunun nedeni, sulak olmayan arazilerde daha kaliteli tütün yetişiyor olması; aynen incir gibi.
Tütün çapalamak, kırmak, dizmek için çoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı hep birlikte tarlalarda, çardak altında geçirilen üç dört ay oldukça eziyetli. Tütün işte: acı! Hem de öyle bir acı ki bütün gün tütün dizen parmaklar, sonrasında neye dokunsa, o acı tadı taşımaktalar. İşte o yüzdendir, tütün zamanı bebelerin emdiği sütte, çardak altlarında pişirilen yemeklerde, büyüklerin yorgunluktan azıcık kestiriverdiği sıcak saatleri fırsat bilip oyuna girişen çocukların yüzlerinden akan terde hep o tütün acısının varlığı. Peki, o acı tat, tütün mevsimi bitince tatlıya dönüşür mü? Balyalanan tütünlere değer biçilmesinde insafına güvenilmek zorunda kalınan tütün eksperti kalite raporunu onaylarsa, evet! Tersi durumda tütünün acısı, yürek burkan bir acı olup çörekleniverir, göğsün tam orta yerine. Çünkü aylar süren emek, ekspertin verdiği olumsuz raporla ya çok az miktarda para getiriyor, ya da tümüyle çöp olabiliyor. Aynı topraklarda, benzer koşullarda üretilen ürünün bazılarını ihya etmesi, bazılarını da çökertmesi pek çok ağızda rüşvet söylentilerinin dolaşmasına yol açabiliyor.
Turizm öncesinde tarıma dayalı bir ekonomik döngüye sahip olan Kuşadası’nda tütün- zeytin- insan ilişkileri, tarlada çalışma sürecinde eşitlikçi bir görüntü verirken, iş bitip de eve dönüş zamanı geldiğinde kadın erkek ayrımını beraberinde getiriyor “Akşamüzeri işten dönen çiftçiler, beygiri eve bağladıkları gibi kahveye gelirlerdi”, diyor Yalçın Bey. “Kahvehane geleneği çok yaygındı. Evler kadınlarındı o zamanlar. Kadınlı erkekli akşam oturmaları olmazdı. Kadınlar evlerde toplanırlardı, erkekler kahvede. Bir de kahvelerde içki yasağı yoktu henüz. Öyle lokanta gibi içki sofraları kurulmazdı ama içki satışı ve içimi serbestti. Ta ki Erbakan’ın üçlü koalisyon dönemine kadar. Erbakan bir yasakladı, bir daha da serbest olmadı.”
Yalçın Bey’in kahvecilik öyküsü 1983 yılına dek sürmüş. Önceleri altı – yedi tane kahvehane varmış. “Ben büyük kahveyi (KUAKMER’in bulunduğu evin sahibi Nuri Kutlu’nun dükkanı) çalıştırırken, karşıda, şimdiki Şevket’in yeri kahveydi. Camcının olduğu yer, Çavuş Dayının yeri kahveydi. İki kahve arasında zahireci Cihan Amca vardı. Karşıda, şu anda Fuat’ın olduğu yerde yine kahve vardı; Bekir Amca çalıştırıyordu. Çeşmenin üstündeki kahvenin mülk sahibi Gayret Salih’ti. Ama o kahvecilik yapmadı, bir dönem kuşçu dükkanı olarak çalıştırdı.”
“O kadar çok kahve vardı ve hepsi de iş yapıyordu”, diye sürdürüyor sözlerini Yalçın Bey; en çok işi kendilerinin yaptığını vurgulayarak. “Diğer kahvecilerden daha gençtik, müşteriye karşı daha hoşgörülüydük, herhalde hizmetimiz de daha hızlıydı”, diye de ekliyor.
“Mahallede herkesin gittiği kahve ayrıydı”, sözleri, kahveler arasında politik görüş farkının olup olmadığı sorusunu getiriyor akla ve hoş bir anı dinliyoruz:
“Bizim mahalledeki kahvelerin hepsi Demokrat Partiliydi. Benim babam da tabii. Zaten Kazım Muşti Demokrat Parti İlçe Başkanıyken babamı yanından hiç ayırmazdı. CHP o dönemde yok gibi bir şeydi. Mahalledeki herkes çiftçi ve DP’li. 1960’tan sonra da AP’li oldular. Karşı köşede Bakkal Nebil Amca var; öz CHP’li. Biz biraderle daha küçüğüz, ben on bir yaşlarındayım. Bir gün geldi, ‘biz sizin kahvede konuşma yapcaz’, dedi. Geçmiş gün, belediye seçimleri miydi acaba, hatırlamıyorum. Nasıl yaptıysa bizi kafaya aldı, tamam dedik. CHP’lilerin konuşması yapıldı. Bu arada bizim kahvenin duvarlarında Atatürk’ün, Adnan Menderes’in, Fevzi Çakmak’ın fotoğrafları asılı. Neyse, konuşma oldu bitti, ertesi gün bizim müşterilerin hepsi kayboldu. Üstelik hepsi babamın arkadaşları, yaşlı insanlar. Eee, n’apcaz şimdi? Biz her sabah açıyoruz kahveyi ama gelen giden yok! Neden sonra yavaş yavaş gelmeye başladılar, ancak uzun süre mesafeli durdular. Kendilerince bizi cezalandırdılar. Oysa Nebil Amca da komşumuzdu, onu kıramamıştık.”
Yaşadıkları semtin Kuşadası’nın siyasi merkezi olduğunu söylüyor Yalçın Bey. Çünkü o dönemde bütün ağaların, beylerin oturduğu yermiş. Kazım Adalıoğlu, Haşmet Akdoğan, Faik Alp, Muşti Demiroğlu’nun evlerinin olduğu semt. Dolayısıyla siyasetin kaderinin de burada belirlendiğini söylüyor. Mahallelinin İsmet Sezgin’i, Nahit Menteşe’yi çok kez dinlediğini anlatıyor.
“Biz de ailece DP’liydik. Ben kahve ortamında büyüdüğüm için çok fazla konuşma dinledim. CHP tek partiyken çok çektirmiş millete; öyle konuşulurdu. Yol vergisi varmış mesela. Yapılacak yollar için milletten para toplanıyormuş. Milletin de para verecek gücü yok, kaçıyorlarmış bir şekilde. Gerçi bir yandan da savaş yılları. Ama işte o dönemde Adnan Menderes güzel bir şekilde çıkınca, millet sahiplenmiş. Bugün bile birisi Menderes’e kötü laf söylese kavga çıkaranlar oluyor.”
Yalçın Bey 1983 yılında nişan olacağı zaman bakkal dükkanı açmış. Babasıyla kardeşi Alper kahveyi işletmeye devam etmişler. Eşi Gülriz Hanım’ın bütün sülalesi İleri Sokak’ta oturuyor; kayın pederi, onun anne babası, kızları….hiç ayrılmamışlar bu sokaktan. Eşiyle aynı sokağın çocukları olmalarına karşın görücü usulüyle evlenmişler. Bir kızları, bir de oğulları var: Gülsüm ve Mustafa. Babaannenin ve dedenin adlarını yaşatıyorlar. Her ikisi de evli. Oğullarından bir yaşında bir torunları var; onun da adı Yalçın. Kızları Gülsüm ise bebek bekliyor. Ailece çok heyecanlılar.
Büyük marketlerin açılıp çoğalması, Yalçın Bey’in bakkal dükkanının işlerini tabii ki olumsuz yönde etkilemiş. Ancak doğup büyüdüğü, evlenip çocuk sahibi olduğu, geçen yıla dek babasının da var olduğu, on sekiz yıldır yatalak durumdaki annesinin hala yaşadığı evi, mahalleyi bırakıp gitmesi pek mümkün değil.
Yalçın Bey, yaşadığı mahallenin sit alanı olmasından dolayı terk edildiğini düşünüyor. “Evlerin sahipleri evlerini yenileyemediler, bırakıp gittiler. Bu durum mahallemizi çökertti. Bir tek Düriye Abla çok uğraşıyor, bir şeyler olsun diye, ama benim pek umudum yok.” Bu umutsuzluğuna karşın, mahallede KUAKMER’in açılmasını çok olumlu karşılıyor. Çocukluğundan beri tanıdığı, evine girip çıktığı Nuri Dayı’nın (Nuri Kutlu) evinin aslı gibi yeniden yapılmasından, farklı insanların gelip gitmesinden, dolayısıyla mahalleye bir canlılık gelmesinden oldukça hoşnut. “ Ben inşaat başladığından beri takip ediyordum”, diyor. Başta epey aksaklık yaşandı. Sonra o bey çıktı, geldi. (Hüseyin Arabul) Mucize gibi bir şey oldu. Ben çok şaşırdım; bu mahalleden değil, burada oturmuyor. Ama bu kadar çok para harcadı, burayı bu hale getirdi. Şahsen tanımıyorum, ama çok güzel insanmış.”
Yalçın İstanköylü, bakkal dükkanı ve bakkal defteriyle bizleri çok yıllar öncesine götürdü. Yanına tütünün acısını, kahvenin kırk yıl hatırını da ekleyerek. İçtenliği ve dürüstlüğü, söyleşimizi renklendirdi, zenginleştirdi. Bir mahallenin insanı olmanın, çocukken koşup oynadığı sokaklarda şimdi torununun elinden tutarak dolaşmanın, küçükken çay dağıttığı kahvelerde oturup, üstüne bir de okkalı kahve içmenin keyfini hissettirdi; hatta imrendirdi. Bu mahallede, Kuşadası’nın hızla değişen ve yok olan değerlerinin hala evlerin içinde, kahve sohbetlerinde, kapı önü muhabbetlerinde var olduğunu dile getirdi; tıpkı Düriye Abla gibi, Ayten Teyze gibi.
Dileriz, kısa bir süre içinde bu mahallenin güzellikleri açığa çıkarılır. O zaman bir kez daha söyleşiriz Yalçın İstanköylü ile ve o bize, “hiç umudum yoktu ama…”, diye başlayan cümleler kurar.
Röportaj ve derleme: Melek – Şefik Sözer