Renkli Kişiliğiyle
AHMET KİREÇ
…………………………
Gitmek gerekiyordu. Öyle bir toz dumandı ki ortalık, sonrasını düşünmeye fırsat vermeyen bir zorunluluktu artık gitmek. Çünkü yaşanan her savaş farklılıkları görünür kılmış, yetmezmiş gibi farklı olanı düşman belletmişti. Herkes işinde gücündeydi oysa. Tâ ki bereketli toprağı çevreleyen, hatta bereketi artıran koskoca denizin bir yanına sınır çizilene dek. Bu tarafta kalanlar artık farklıydılar. Onlarsa gitmesi gereken “ötekiler” olmuşlardı.
Gitme vakti çoktan gelmişti aslında. “Artık burada yaşayamazsınız!” denildiğinde yıl 1923’tü. Hiç aklı yatmamıştı böyle bir şeyin gerçek olabileceğine; adalı Rumların söylentisidir, diye düşünmüştü. Daha doğrusu öyle olduğuna inanmak istemişti. Bu inançla eşi Sadiye Hanım’ın gözlerindeki korkuyu silmeye çalışmıştı; artık yetişkin sayılabilecek beş çocuğunu da inancına ortak ederek.
Oysa yaşanmakta olanlar, dört elle sarıldığı inancını her geçen gün biraz daha güçsüz kılıyordu. Müslüman adalılara yönelik baskı ve şiddet haberleri git gide daha çok duyulmaya başlamıştı. “Mübadele” denilen bu süreçte, kendisi gibi yaşananlara anlam veremeyen, korkak bakışlı insanlar karşı kıyılara götürülüyor, oralardan da aynı korku dolu bakışları sahiplenmiş, tekneler dolusu insan getiriliyordu. Gidenler de gelenler de böylesine mutsuzsa bir yanlışlık olmalı, diye düşünüyordu. Birilerinin fark edip düzelteceği bir yanlışlık. Bir umut bekliyordu işte! Belki bir mucize. Tıpkı hayata tutunmasını sağlayan mucize gibi.
Anasının yüzü geldi gözlerinin önüne. Yorgun, yaşından daha yaşlı, ancak varlığını anlamlı kılan bir mucize yaşamışlığın minnetiyle haleli yüzü.
Tam on iki bebesini toprağa vermişti anası. Her biriyle canının bir parçasını da. Ne yaptılarsa olmamıştı. Derken bir gün, ulemadan sözü dinlenen bir hoca, bir çare sunmuştu dermansız ana babaya: “Bundan sonra doğacak çocuğunuzun adını Arap koyarsanız, o çocuk yaşayacak.” Hiç sorgu sual etmeden koşul yerine getirilmişti. Senesine varmadan dünyaya gelen erkek evladın adı çoktan konmuştu: Arap. Anası korkular içinde dakikaları, saatleri saymıştı; acaba bu yavrumu da toprak alır mı elimden, diye. Ancak hayata tutunmuştu bebek! Mucize gerçek olmuştu! Büyüyüp yetişkin olduğunda da beş güzel torun vermişti ailesine. Anasının yüzündeki minneti beş kat artırmıştı.
Yüreği burkuldu. Gitmek, sadece gitmek değildi ki! Anasının, babasının mezarı buradaydı. Ekip biçtikleri toprakları. İçinde doğduğu evi… Gitmek vazgeçmek demekti; unutmak, köksüzleşmek… Nasıl olacaktı?
……………………………………..
Önce Gemlik, Sonra Selçuk
Nasıl olduğu, neler yaşandığı tam olarak bilinemese de canlı tutmaya çalıştığı inancına ve direncine karşın Arap, eşi ve çocuklarıyla birlikte Kandiye’nin Larani Köyü’nden ayrıldığında yıl 1926’dır. O andan başlayarak karşılaşacakları pek çok “ilk” in ilkini 52km uzaklıkta bulunan Kandiye’ ye geldiklerinde yaşarlar. Larani Köyü denizin görünmediği bir konumda bulunduğu için Arap ve ailesi göç yolculuklarının ilk durağı olan Kandiye’ ye yaklaştıklarında, bir tepenin üzerinden gördükleri denize şaşkınlık içinde bakakalırlar.
“Denizin üzerindeki köpüklü dalgaları koyun sürüsü zannettiklerini söylerdi babam.” diye anlatıyor, Arapoğlu Mustafa’nın dördüncü çocuğu Ahmet Kireç.
“Boşnaki” (*) lakaplı Arap ve ailesi, 1923 – 1927 yılları arasında gerçekleşen mübadele sürecinin bitimine doğru ayrılır ata topraklarından. Kandiye’ de tekneye binmeden önce, sahibi oldukları mal varlığının listelendiği belgeyi de teslim alıp yeni tanıştıkları köpüklü dalgaları yararak ilerleyen tekneyle, bilinmezlerle dolu geleceğe doğru yol alırlar.
İlk yerleştirildikleri Gemlik’ te bir süre kalırlar. Ancak pek benimseyemezler bu yeni ortamı. Ara sıra kulaklarına Çirkince (Şirince) ile ilgili güzel söylentiler ulaşır. Yollara düşülmüş bir kez; gitmek, memleketten ayrılmak kadar zor değildir ne de olsa. Karar verilir ve yol hazırlıkları başlar. Ancak o sıralarda yirmili yaşlarına erişmiş iki oğul, Hüseyin ve Mustafa bu karara uymaz. O dönem için yetişkin iki erkektirler ve bir an önce kök salıp yaşamlarını düzene sokmak istemektedirler. Devletin iki kardeş için verdiği altı dönümlük zeytinlik, yeni yurtlarında yaşama tutunmak için onlara bir umut olmuştur. Böylece aile ikiye ayrılır. Arap ve Sadiye çifti, diğer iki oğulları ve bir kızlarıyla birlikte Çirkince’ ye doğru yola koyulurlar.
Bize Düşen Beş Dönüm İncir Bahçesi
Ahmet Kireç, 1906 doğumlu babası Arapoğlu Mustafa’ nın, abisi Hüseyin ile birlikte Gemlik’te bir yıl kadar kaldıktan sonra, aile hasretine dayanamayıp Selçuk’ a geldiğini anlatıyor.
“Devlet dedemlere bir ev ve Girit’ te de tarımla uğraştıkları için Selçuk-Şirince arasında beş dönümlük bir incir bahçesinin tapusunu vermiş. Oysa Girit’ teki mal varlıkları çok daha fazla. On yıl kadar önce, Selçuk’ ta yaşayan tarihçi arkadaşımız Ali Can Hoca’nın ulaştığı belgede ailenin mal varlığı dökümü karşımıza çıktı. Bin sekiz yüz Osmanlı altını değerinde, tam otuz dört parça taşınmazı varmış ailemizin. O dönemde iki Osmanlı altınıyla bir ev alınabiliyormuş. İşte bu kadar yüklü bir varlığa karşı sadece beş dönümlük incir bahçesi…”
Kolay olmayacaktır elbette. Ancak Mustafa’ nın dönüşü, ailenin geçim kaygısında sorumluluğu üstlenişi, gelecek için yeniden umutlanmayı olası kılacaktır.
Arapoğlu Mustafa’nın Yaşam Savaşımı Başlar
“Babam önceleri ailesinden öğrendiği işle, yani tarımla geçim mücadelesine destek olmuş. Ancak aileyi doyurmaya yetecek büyüklükte arazi olmadığı için başkalarının tarlalarında bedellik, bazen de amelelik yapmış. Bir ara kardeşleriyle Selçuk’ ta kireç ocaklarında çalışmışlar. Babam işi öğrenmiş. Hırslı bir adam, illa kendi işini kuracak. Gelmiş Kuşadası’ na ve şimdi Ticaret Odası’ nın bulunduğu Taşlıdağ’ da kireç ocağı açmış. Sermayesi yok, kirecin üzerine odunları koyup yakıyorsun. Kısa sürede de işi ilerletip kendi işinin patronu olmuş babam. Hatta para biriktirmeye bile başlamış.”
Böylece Arapoğlu Mustafa için, yaklaşık on yıl süren Selçuk’ taki yaşamdan Kuşadası’ na yönelişin de ilk adımları atılmış olur. O günlerde, bir mucizeyle yaşama tutunan babaları Arap’ı, doksan altı yaşında, tarlada bamya arığı açarken geçirdiği kalp krizi sonucu yitirirler. Annelerinin de ölümünden sonra her çocuk kendi yaşam kaygısının peşine düşer. Ailenin tek kızı evlenip İzmir’ e yerleşir. Hüseyin Abi Gemlik’ te yaşamını sürdürürken, kardeşleri Salih ve Mehmet Selçuk’ ta yaşamayı tercih eder.
Kendi işini kurup geçim kaygısından kurtulan Arapoğlu Mustafa için sıra bir hayat arkadaşı bulup aile kurmaya gelmiştir. Ailesini layıkıyla geçindirebilecek gözde bir damat adayıdır. Gelin adayları arasından, mübadele öncesi Girit’ ten gelip Söke’ ye yerleşmiş bir ailenin kızı olan Fatma (Yoğurtçu) Hanımla birbirlerini beğenirler ve 1930 yılında nikâhları kıyılır. Bu evlilikten sırasıyla Ali, Hasan, Şadiye, Ahmet ve Melahat dünyaya gelir.
1935 yılında yürürlüğe giren soyadı yasasıyla birlikte, yaptıkları işten dolayı “Kireç” soyadını alırlar. Arapoğlu Mustafa lakabı hep var olsa da o artık Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşı “Mustafa Kireç”tir.
“Kanun çıktığı zaman Gemlik’ te kalan amcam “Atmaca” soyadını almış. Akrabalarımızla hâlâ görüşürüz. Selçuk’ta da bugün yüze yakın Kireç soyadlı akrabamız var.”diye anlatıyor Ahmet Kireç.
Bir Dükkân Açmanın Zamanı Gelmiştir.
Kireç işinden elde edilen birikim bir dükkân açmayı olası kılmıştır. Böylece Kuşadası Kale Kapısı’ nın üst tarafında, Burhan Efendi’ye ait mülk kiralanır ve büyük bir bakkal dükkânı açılır.
“Dükkân epeyce büyük olduğu için bir tarafında kireç de satılıyormuş. Hatta Tenekeci Mustafa’ nın yanında çalışıp işi iyi öğrenen Ali Abim de dükkânın başka bir köşesinde tenekecilik yapmaya başlamış. Yani işler çok iyiymiş. Güzel para kazanıyormuş babam. Tâ ki İkinci Dünya Savaşının yarattığı kıtlıktan bizim ülkemiz de nasibini alana kadar.”
Büyük devlet liderlerinin dünyanın paylaşımında aslan payını kapma, ruhlarının o tâ derinindeki değersizlik duygusunu milyonların ölümüne neden olacak bir güç gösterisiyle bastırmaya çalışma arsızlıklarının yarattığı yokluk, savaşa girmeyen ülkemizi de kıskacına almıştır. Savaştan bile nemalanmayı erdem sananların dışındaki her esnaf gibi, Arapoğlu Mustafa’ nın da dükkânındaki raflar boşalırken deftere yazılan borçlar hızla çoğalır. İçine düştüğü çaresizlik, dükkânının bir köşesinde eş dostla gerçekleşen içkili muhabbetlerin gün be gün artmasına neden olur.
“Kireççi’ nin yeri, diye bilinirmiş babamın dükkânı. Zaten sokakta köpeklere sorsan bilirlerdi, diye anlatır abim. Babamı hiç sarhoş görmedim ama içmeyi çok severdi. Sabah başlar, gece yarısına kadar yavaş yavaş içerdi. Dolayısıyla şişeyi kapan da soluğu babamın yanında alırmış. E tabii evden mezeler de gelmeye başlamış. Giritlilerde ot bol! Turp otu, radika, eşek helvası, bir de yanında fava oldu mu, iş tamam!”
Arapoğlu Mustafa hırslı, yenilikçi, girişimci kişiliği ile dünya savaşının yarattığı krize teslim olmayıp çözüm üretmeye odaklanır. Değil mi ki eş dostla çilingir sofraları kuruluyor, o halde bu durumdan neden yeni bir iş yaratılmasın?
“Biricik ve Şanver şarapları ünlüydü o zamanlar.” diye anlatmayı sürdürüyor Ahmet Kireç. “ İzmir’ den fıçılarla şarap getirtirmiş babam. Boş fıçıların üstünü masa diye kullanıp çevresine de tabureleri yerleştirmiş. E eş dost da hazır müşteri zaten. Olmuş sana ayaküstü bir meyhane.”
Kireççi’ nin Yeri’ nden Bizim Restoran’ a…
Kireççi’ nin Yeri 1949 yılına dek Girit mutfağının leziz mezeleri eşliğinde kaldırılan kadehlere, keyifli, sıcak sohbetlere mekân olur. Ancak dükkân el değiştirince, yeni sahipleri kiracının çıkmasını isterler. Hemen yeni bir dükkân arayışı başlar. Kısa sürede de bulunur. Şimdiki Ziraat Bankasının solundaki doksan altı metre karelik dükkân ile yanındaki çıkmaz sokakta bulunan yüz metre karelik depo kiralanır. ( Henüz tek geçişin Kale Kapısı altından sağlandığı, yan taraftaki dükkânların istimlak edilmediği dönemde.) Depo, mutfak ve bulaşıkhane olarak kullanılacaktır. Alan büyüyünce işler de büyüyecektir elbette. Yemekler çoğunlukla yine evde pişirilip getirilse de ayaküstü meyhane artık bir lokantadır.
Eş dost kontenjanından, müdavim maliyeci Cahit Bey, ne zaman söz açılsa “Bizim lokanta” dediği için dillere yerleşen bu ad, Zafer Sinemasının sahibi Mehmet Bey de tabelaya yazıverince, tescil edilip onaylanmış olur.
Bulaşık Tenceresinde Doğdum
1942 yılı Kireç Ailesini bir yandan geçim kaygılarıyla, yeni arayışlarla uğraştırırken diğer yandan bir erkek evladın daha aralarına katılması mutluluğunu da yaşatır. Ali, Şadiye ve Hasan’ ın ardından dördüncü çocuk olarak aileye katılan bebeğe Ahmet adı verilir.
“7 Mayıs 1942’ de, perşembe gecesi, saat 02. 00’de, Kaleiçi’nde, kadınlar hamamı karşısındaki büyük bahçeli evde doğmuşum. O ev daha sonra Green Bar adlı bir işletmeye dönüştü. İlkokul çağına geldiğimde Kütüphane sokağındaki evimize taşındık. Çocukluk günlerim çok hareketli geçti. İlkokula giderken restoranımızda da çalışmaya başlamıştım. Her işe yardım ediyorum. Servis yapıyorum, tabak topluyorum… Bulaşık tenceresinde doğdum, diyebilirim.”
“Bizim Lokanta” tam bir aile işletmesi olur. Alışverişi Mustafa Bey yapar, yemekleri evde büyükanne ve anne pişirir, Hasan ve Ahmet serviste çalışırlar. Büyük abi Ali de oldukça becerikli bir aşçı olarak yetişmektedir.
“İşimiz çok iyiydi.” diyor Ahmet Kireç. “Yemeklerimizin tadı yerinde, fiyatları da uygundu. Günün vazgeçilmez menüsü et güveç, kuru fasulye, pilav ve mevsim sebzelerinden oluşurdu. Yemekler erken biterse menemen, kıymalı yumurta, patlıcan –biber kızartması ile servise devam edilirdi. Akşam menüsü genellikle Arnavutciğeri ve balık kızartma, fava, doğadan toplanan ve haşlanarak bol zeytinyağı ile servis edilen mevsim otları gibi mezelerden oluşurdu.”
Dükkân Satılacak!
Kireç Ailesi’ nin bu keyifli işletmeciliği 1952 yılına dek sürer. Yine telaşla yemeklerin hazırlanmaya başlandığı bir sabah, mal sahibi çıkagelir ve bütün aileyi şok edecek bir açıklama yapar: “Dükkânı satıyorum!”
“Resmen sıtma tuttu hepimizi. Tam her şey yoluna girmiş, güzel kazanıyoruz, derken… Meğer icradan satılıyormuş. Babam ne yapacağını şaşırdı. Gidip sorayım, acaba satışı durdurabilir miyim, diye düşünüyor. Ama hepimizde moral sıfır.”
Mustafa Bey evdekilerin hayır dualarını da alarak icra dairesinin yolunu tutar. Epey bir zaman sonra eve geldiğinde yüzü bir tuhaftır.
“Babamın suratı bir değişik, hiçbirimiz anlam veremiyoruz. Korkuyla, şaşkınlıkla ne olduğunu anlatmasını bekliyoruz. Babam hiç konuşmadan, ağır ağır cebinden çıkardığı bir kâğıdı masanın üzerine koydu ve gülümseyerek, “Haydi üzülmeyin artık, mal bizim!” dedi. Meğerse dükkânı satın almış, masaya koyduğu kâğıt da tapu belgesi. Evde nasıl bir bayram havası esti, anlatamam.”
Böylece Kireç Ailesi, kendi mülklerinde olmanın keyfiyle işlerini daha da büyük bir şevkle yapmayı sürdürürler.
Zor Geçen Okul Yılları
Ahmet Kireç bütün bunlar yaşandığında ilkokul üçüncü sınıftadır. 1949 yılında, Mahmut Esat Bozkurt İlkokulu’ nda başlayan öğrenim yaşamı, ikinci sınıftayken yaşadığı sağlık sorunları nedeniyle pek de kolay geçmez.
“İkinci sınıfta devamsızlıktan kaldım. Dolayısıyla öğretmenim de değişti. Oysa birinci sınıftaki öğretmenim Mediha Şalvarlı’ yı çok severdim. Kendisiyle ölünceye kadar çok iyi görüştük. En sevdiğim insanlardan biriydi. Sonraki öğretmenlerim Münevver Aydınlı, Hami bey ve Sacit Sarıoğlu idi.
Ahmet Bey beşinci sınıfı, Mahmut Esat Bozkurt İlkokulunun bahçesindeki, Milli Eğitim Müdürlüğü’ ne bağlı Kültür Salonunda okuduğunu anlatıyor.
“Pek bilen de yoktur o salonu. Ne zaman yapıldığını bilmiyorum, kocaman, beş yüz kişilik bir salondu. Kırk öğrenciydik. Henüz Bozkurt Sokak’ taki bina (Halk Kütüphanesi binası) tamamlanmadığı için 1949’ da açılan Kuşadası Ortaokulu, Kültür Salonunda eğitime başlamıştı. Abim Hasan Kireç, ortaokulun birinci sınıfını orada okudu.”
2024 yılında Kuşadası’ nda hâlâ beş yüz kişilik bir kültür salonu olmadığını düşününce, böyle bir salonun, üstelik en az yetmiş yıl önce varlığı çok etkileyici geliyor.
“Tiyatrolar olurdu. Sanatçılar gelirdi. Halk beş on kuruşa onları izleyebilirdi. Âşık Veysel gelmişti meselâ. Okulumuzun tiyatro kolu da sahne alırdı o salonda. Ben de iki kez sahne almıştım.”
Kuşadası Kültür Salonu 1970’ lerde yıkılmış. Tıpkı kısa bir süre önce Kuşadası Kütüphanesi Çok Amaçlı Salonu’ nun yıkılması gibi.
İki bin yıldan fazla bir zaman öncesinde Efes’ te yapılmış, yirmi dört bin kişilik tiyatronun sadece on beş kilometre uzağındaki Kuşadası’ nda, MS 21. Yüzyılda hâlâ bir tiyatro salonunun olmayışını açıklayabilen var mı? Ya da belki çok açık: Bu salonlar yok! Olanlar da yıkılıyor. Çünkü bilim, kültür ve sanat, ruhunun tâ derinlerindeki değersizlik duygusuyla başa çıkamayan iktidarın hoyrat arsızlığının önüne bir türlü geçemiyor.
Yeni Bir Kriz Sonrası “Deniz Holding” e (!) Giden Süreç.
Yıl 1957. Demokrat Parti iktidarında Kuşadası İzmir’ den ayrılıp Aydın’ a bağlanmış, Adnan Menderes’ in Kuşadası’ nı kalkındırma çalışmaları başlamıştır. En büyük iş Kuşadası Limanı’nın yapımıdır. Bu amaçla Barbaros Hayrettin Paşa Caddesi’ nde Kale Kapısı’ ndan Kervansaray’ a doğru inen bir sıra dükkân istimlak edilip yıkılır. Böylece yol genişletilip liman inşaatı için gerekli malzemeyi taşıyan kamyonlara geçiş kolaylığı sağlanır. Yazık ki Bizim Lokanta da yıkılan dükkânlardan biridir.
“O günün parasıyla dokuz bin altı yüz lira verip dükkânı istimlak ettiler. Doksan altı bin verseler satmazdı babam. Ama yapacak bir şey yok. Yeniden dükkân arayışı başladı. Kervansaray’ ın karşısında Şükrü Çamtepe’ ye ait bir benzinlik vardı. Yanında da seksen metre karelik bir depo. İstimlak parasının dokuz bin lirasını beş yıllık kira karşılığı vererek orayı kiraladı babam. Elde kalan paranın üstüne biraz da borçlanarak depoyu lüks bir mekâna çevirdi. Ve bu kez bulvar üzerinde, daha elit müşteriye de hitap edebilecek bir restoranımız oldu.”
Böylece müdavimleri arasında Emel Sayın, Lale Oraloğlu gibi ünlü sanatçıların, dönemin siyasetçilerinin de yer aldığı “Deniz Restoran” hizmete girer. Yanı sıra aşçılık konusunda epeyce ilerleyen büyük oğul Ali, sahilde “Ali Baba Restoran” ı açmıştır. Bu işlerden pek hoşlanmayan diğer oğul Hasan ise taksicilik yapmaya karar verir. Bu karar 1960 yılında Kuşadası’ na ilk otomatik arabanın gelmesini sağlar. 58 model bir Ford. Elbette ki müşterilerin tercihi bu araba olunca Hasan güzel kazanmaya başlar. Turistik gemilerin gelmeye başlamasıyla işler artınca da “Deniz Taksi’’ yi kurar. (Sonradan adını “Liman Taksi” olarak değiştirecektir.)
“Babamın “Deniz” ismine karşı özel ilgisi vardı. Bu belki de dört tarafı denizle çevrili bir adada doğup da denizi ancak o adadan kaçarken görebilmiş olmanın verdiği bir histi.” diyor Ahmet Kireç.
Bu arada, mübadeleyle birlikte Rumların terk ettiği, Yanıklık diye adlandırılan yer, belediye tarafından parsellenerek metre karesi otuz kuruştan satılmaktadır. Parselleme işi için Kuşadası’ na gelip işin sürdüğü dört yıl boyunca Deniz Restoran müdavimi olan kadastrocu Cemal Bey işletmeye epey borçlanır. İş bitip dönme zamanı geldiğinde bakar ki parası borcu kapatmaya yetmiyor, satın aldığı arsayı borcu karşılığı Mustafa Kireç’ e devreder. Böylece Hacı Feyzullah Mahallesi, Bezirgân Sokak’ ta tek başına bir bina olarak turizme hizmet verecek “Deniz Palas” ın arsası alınmış olur.
“Babam Deniz Palas’ ı yapabilmek için Göcek Kavağı’ nda, içinde ev olan on dönümlük bağ ve zeytinliği satmak zorunda kaldı. O zaman o parayla caddede on tane dükkân alabilirdik. Neyse! Otel yapıldı. Çok da güzel işledi.”
Artık turizm hareketliliğinin başladığı zamanlardır. Hasan Kireç Deniz Taksi’ nin afili arabasıyla turistleri hava alanından alıp Deniz Palas’ a getirmekte, onlara günü birlik turlar yaptırmakta, yemek için de Deniz Restoran’ a götürmektedir.
“Yani Kuşadası’ nda Deniz Holding’ i kurmuş olduk.” diye gülümseyerek anlatıyor Ahmet Kireç.
Hayat Başarısını Yakalamak
Ahmet Kireç’ in ilkokul ikinci sınıfta yaşadığı sağlık sorunları, onu ortaokul döneminde de zorlayacaktır. Sınıf tekrarlarıyla biten bu dönem sonrası lise öğrenimi için Aydın’ a gider. Akrabalarının yanında kalmak zorundadır. Ancak ağrılarının verdiği rahatsızlık, ailesinden uzakta olmanın mutsuzluğuna eklenince okulu bırakmaya karar verir ve Kuşadası’ na döner.
O yıllarda Kuşadası Limanına Stella Solaris gibi büyük gemiler gelmeye başlamıştır. İlk gelen turistler de Amerikalılardır. Ahmet Kireç iyi bir gözlemcidir. Gemilerden inen turistlerin Barbaros Hayrettin Paşa Caddesi’ nden çarşının içine doğru yürüdüklerini, dönüşlerinde de ellerinde, o zamanlar eşeklere takılan nazar boncukları, ziller falan olduğunu görür. O dönemde cadde boyunca terzi, bakkal gibi yerli halka hizmet veren esnaf sıralanmaktadır. Turistlerin ilgisini çekebilecek tek yer, Hanım Camii’ nin karşı tarafında bulunan, saraciye dükkânıdır.
“Arap Rıza’ nın babasının dükkânıydı. Arap Rıza rahmetli, akıllı adamdı. Bir el arabası edinip semer süsleri, ziller, boncuklarla doldurur ve iskeleye giderdi. Gemiden inen turistler kapış kapış satın alırlardı arabadakileri. Ben de bunu görünce hemen taşıyabileceğim büyüklükte bir masa edindim. O zamanlar biriktirdiğim eski paraları, küçük kandilleri falan diziyordum masaya. Turistlerin çok ilgisini çekiyordu. Arap Rıza’ dan daha fazla para kazanmaya başladım.”
İkili rekabette epeyce önde olmanın gururuyla bu işe dört elle sarılan Ahmet Kireç’ in keyfini, Almanca rehberlik yapmak için Kuşadası’ na gelen Selçuk Müze Müdürü Musa Baran kaçıracaktır. Eski paraları satmanın yasak olduğunu, başının derde girebileceğini öğrenince soluğu İzmir’deki Hisar Camii önünde bulunan boncukçuda alır. Artık iskeledeki masasının üstünde çeşit çeşit boncuklar vardır.
Derken Arap Rıza iskeleye bir baraka kondurur.
“O zamanlar kimseden izin almak falan gerekmezdi. İsteyen, istediği yerde tezgâh açar, baraka koyar. Hatta hoşa gider, ortama renk katardı. Ben de doğru babama gidip bir baraka istiyorum, dedim. Altı ay geçmeden iskeledeki ikinci barakanın sahibi bendim. Arap Rıza’ yla rakibiz ama benim lisanım var. Çok rahat satış yapabiliyorum.”
Hem Deniz Palas’ ta, hem de iskeledeki barakasında mesai yapan Ahmet Kireç, sattığı hediyelik eşyalarla Deniz Holding’ in “souvenir” ayağı olarak iyi para kazandığını anlatıyor. Elbette satış alanı büyüyünce hediyelikler de çeşitlenir. Boncukların yanına eklenen danteller, oyalar, oniks ve lüle taşından objeler turistlerin çok ilgisini çeker. Yabancı dile merakı ve öğrenme azmi de onu rakipsiz kılar.
“Babam da yetmişinden sonra İngilizce öğrendi.” diye anlatıyor gururla. Lisana çok meraklıydım. Ortaokulda çok başarılı bir İngilizce öğretmenim vardı. Beni hep teşvik ederdi. Adı Neriman Çelikten. Ayrıca kış aylarında Akşam Kız Sanat Okulunda açılan lisan kurslarına katılırdım. Turistlerle konuşarak lisanımı geliştirirdim. İngilizce yanında Fransızca, Almanca ve İtalyancayı da mal satacak kadar öğrendim. Dostluk kurduğum yabancıları ülkelerinde ziyaret eder, kelime haznemi ve konuşmamı geliştirirdim. Otelin müşterileriyle İngilizce çalışır, sürekli pratik yapardım. Bu sayede Kuşadası’ nda turistlere rehberlik bile yaptım.” Delce rehberlik” diyordum; diplomasız, kokartsız rehberlik. Zaten öyle bir zorunluluk da yoktu o zaman. Lisan bilen bir Sümer Erdem vardı, bir de ben.
Ancak en büyük üzüntüm bana ticari yaşamımda en büyük parayı kazandıracak olan Yunancayı aile büyüklerimden öğrenememiş olmamdır. Lozan ile Türkiye’ye gelen mübadillerin daha hızlı Türkçe öğrenmeleri ve yerel halkla daha çabuk kaynaşmaları için başlatılan ‘Ey vatandaş, Türkçe konuş!’ kampanyaları nedeniyle evimizde dedem ve ninemin dışında herkes birbiriyle Türkçe konuşurdu. Şu anda çat pat konuştuğum Yunancayı sonradan turistlerden öğrendim.”
Ahmet Kireç’ in sevgiyle andığı İngilizce öğretmeni Neriman Çelikten ile ilgili çok hoş anıları var. Ortaokulda müzik öğretmenleri olmadığı için o derse de Neriman Öğretmen girermiş ve öğrencilerine Napoliten şarkılar öğretirmiş.
“O şarkılar benim hayatımda çok önemli değişikler yaptı. O şarkılar sayesinde içinde bulunduğum gruplarda sevildim, öne geçebildim, aranılan bir insan oldum.”
Ve sohbetimizin bu kısmında Neriman Öğretmenin öğrettiği Napoliten şarkılardan birini mırıldanıyor keyifle:
Gökyüzünde parlayan sayısız yıldızlar
Ilık bir rüzgâr
Hicranlı kalplere
Teselli serper…
Birlikte Neriman Öğretmeni saygıyla anıyoruz.
İskelede Barakalar Artınca…
Kuşadası’ na gelen turist sayısı arttıkça iskeledeki Arap Rıza – Ahmet Kireç rekabeti de biricik olmaktan çıkar. İzmir’ deki Amerikan Pazarlarında çalışan ve gemilerin geliş tarihlerini iyi takip eden gençler, Amerikalıların hem dillerini hem de tercihlerini çok iyi bildikleri için giderek artan çeşitteki hediyeliklerle dolu barakaları ile Adalı iki gence ciddi rakip olmaktadırlar.
“Yine de” diyor Ahmet Kireç, “genç yaşımda çok iyi paralar kazanıyordum. Devlet memuru maaşının altı yüz lira olduğu dönemde, günlük kazancım iki yüz liraydı. Ama hiç para tutmasını bilemedim. Turistleri görüp imreniyordum, ben de gezmek, yeni ülkeler görmek istiyordum. “
Oldukça kazançlı ve keyifli bir şekilde süren baraka serüveni 1965 yılında yerel yönetim kararıyla yön değiştirir. İskelenin girişindeki barakalar, ana cadde üzerindeki gümrük binasının bitişiğinde bulunan boş arsaya kaldırılır.
“Yeni yerimiz de gayet işlekti. Turistler geliyor, bol para kazanıyoruz. Arkadaşlarla eğleniyoruz. Toros Restoran’a gidip karides falan yiyoruz. Yani rahat para harcıyoruz. Zaten kış ayları hep gezmelerde geçiyor. Önce bir Anadol marka arabam vardı, sonra yeşil renkli bir Murat 124 almıştım. Biniyoruz arkadaşlarla arabaya, yurt içi, yurt dışı geziyoruz. Yeni turistik sezon için Mayısta eve döndüğümde babam şöyle derdi: ‘Geldin yine, kıçını kaşıyorsun!’ Yani paran bitti, harçlık istiyorsun, demeye getiriyor.”
Yeni İşler Peşinde
1968 yılında, Taylan Sağnak Belediye Başkanıyken Kervansaray’ ın karşısında, Kuşadası’ na elektrik veren jeneratörlerin, Denizellerin evinin ve Ziraat Bankasının bulunduğu kısım yıkılır ve şimdiki binalar yapılır. Bu tarihi binaların yıkımının, Taylan Sağnak’ın Kuşadası’na yaptığı en büyük kötülük olduğunu söylüyor Ahmet Kireç; yüzünde öfkeli bir ifadeyle.
O zamanki Sümerbank ve İş Bankası arasına da dükkânların sıralandığı bir pasaj yapılır. Ahmet Bey, beş yıllık kirasını peşin ödeyerek pasajın girişindeki ilk dükkânı tutar. Proje üzerinden ihale edilen dükkânlar hakkında bilgi verilirken turistlerin pasaj içinden geçirilerek gemiye götürüleceği anlatılmıştır. Ancak evdeki hesap çarşıya uymaz. Turistler oraya girmezler bile. Bir de meydandaki lokantalar mutfaklarını orada konuşlandırınca dükkânlarda kokudan durulmaz olur.
Dolayısıyla yeni bir arayış başlar. Kâzım Usta Restoran’ ın hemen bitişiğindeki dükkân yüklü paralar karşılığında tutulur ve Cengiz Özazman ile kuyum işine girilir.
Kazanç daha da artmaktadır. Eylül ayı sonunda sezon bitince paralar cepte, Ahmet Kireç arkadaşlarıyla gezmede.
“Her yaz kazandığımız parayı mutlaka Avrupa’ da harcıyoruz Bütün Kuşadası esnafı, bir sonraki sezon çok iyi para kazanacağından yüzde yüz emin. Para biriktirmiyoruz. Gerekirse mart sonunda bankadan kredi alıyoruz ama nisan ayında o kredi kesinlikle ödenmiş oluyor.”
1972 yılında Fransız Tatil Köyü Yönetimi, bünyesindeki kuyumcuyla anlaşamayınca Ahmet Kireç – Cengiz Özazman ortaklığı oraya taşınır. Dört yıl Kuşadası,’ nda, bir yıl da Foça ‘ da aynı iş sürdürülür. Bu dönem Ahmet Kireç’ in Fransızca eğitimini master düzeyine taşır.
Bu işlerin yanı sıra Necdet Eryiğit ve Yaşar Külahçı ile birlikte AVKO (Avrupa Konfeksiyon) adıyla deri ticaretine başlar. O dönem için Ege Bölgesinin en büyük deri mağazasını açarlar.
1972 – 75 yılları arasında çok moda olan şile bezi ihracatı Ahmet Kireç’ in dikkatinden kaçmaz. Kuşadası’ nda birkaç firma bu işi yapmakta ve iyi para kazanmaktadırlar.
“Cengiz Özazman ve kaymakamlıktan ayrılan Önder Bıçakçı ile ismi Topkapı olan bir imalat-ihracat şirketi kurduk. Şile bezi imalatına başladık. Kuşadası’nda beş yüz ev hanımı bize mal hazırlıyordu. Orada Kuşadalı kızları, başlarında Sait Usta’nın kızı Gülseren Hanım olmak üzere, eğittik ve istihdam ettik. Ürettiklerimizi Amerika’ ya ihraç ediyorduk. Her yirmi günde bir, binlerce dolarlık sipariş gidiyordu. Devlet de geri ödemesiz yüzde kırk teşvik pirimi veriyordu. Üç senede çok iyi paralar kazandık ve pek çok insana iş imkânı sağladık.”
Ancak işler böylesine yolunda giderken 1977 yılında Filipinler piyasaya girip fiyatı kırar. Böylece çok hızlı büyüyen iş, çok kısa sürede durur. Hem Kuşadası’ ndaki atölyede, hem de Amerika’daki ithalatçının elinde çok büyük miktarda üretilmiş şile bezi kalır.
Türk – İtalyan Dostluğunun Ölümsüzlüğü
Ahmet Kireç enerjik yapısı, sempatikliği ve girişimci ruhuyla Deniz Palas müşterilerinden çok sayıda Avrupalı dost edinir. Ancak bunların arasında bir İtalyan vardır ki onunla dostluğunu, “Bazı şeyler vardır ki anlatılmaz, yaşanır.” diyerek tanımlar.
1962 yılında Deniz Palas’a kız arkadaşıyla birlikte genç bir İtalyan gelir. İttirerek çalışan 1948 model bir Fiat arabayla serüven peşinde koşmaktadırlar. Otel sahibinin oğlu Ahmet’ le iyi anlaşırlar. Kalma sürelerini uzun tutunca da otelin arkasındaki kulübeyi düşük bir kira karşılığı tutup üç ay Kuşadası’ nda kalırlar. Bu arada dostlukları epey ilerler. Her keresinde ittirerek çalıştırdıkları arabayla birlikte gezerler. Bodrum, Marmaris, Fethiye…
“Kuşadası o zamanlar pilot turizm bölgesi. Bodrum adeta bir köy. Yolları berbat. Kuşadası, sonradan turistik nitelik kazanan yerlerin yanında cennet gibi. Bir turistin ihtiyaç duyabileceği her şey Kuşadası’ nda mevcut.”
Ahmet Kireç İtalyan dostlarıyla birlikte zaman geçirmekten son derece hoşnuttur ama babası için durum farklıdır. Mustafa Kireç bu muhabbetten rahatsız olsa da pek sesini çıkaramaz.
Derken hazıra dağ dayanmaz, malum, İtalyanların parası tükenir. Krizleri fırsata çevirme yetisi babasından gelen Ahmet Kireç, arkadaşlarına bir öneride bulunur: “Burada kaldığınız sürede size ben bakayım, siz de beni İtalya’ ya götürün.” Öneri kabul görür. 1963 Mayıs’ında araba ittirilerek çalıştırılır, üç serüvenci genç İpsala’ dan çıkıp geze geze Roma’ ya giderler.
On beş gün sonra dönerim, diyerek çıktığı yolculuktan üç ay sonra yine üçü birlikte dönerler. Ahmet Bey artık İtalyanca konusunda epeyce yol almıştır. Hatta yıllar sonra Roma’ da İtalyan televizyonuna verdiği bir röportajı bile vardır.(**)
Bu kez, İtalyan arkadaş Duccio anne ve babası ile uçakla gelip on günlüğüne Kuşadası’ nda Deniz Palas’ a yerleşirler. Gençlere yine aynı kulübe kiralanır. Yine hep birlikte bir üç ay daha geçirilir ve ardından, birlikte yine Roma’ ya…
Sonrasında tam kırk altı yıl hiç görüşememiş iki dost. Günlerden bir gün Duccio’nun sürpriz gelişiyle kaldıkları yerden devam etmişler muhabbetlerine.
“Duccio’nun ziyaretinden sonra ben kendisini Roma’da defalarca ziyaret ettim. Birçok arkadaşımı da kendisiyle tanıştırdım. Hep birlikte eski günlerdeki hatıralarımızdan konuştuk, çok hoş vakit geçirdik”.
Kısa süre önce,12 Mart 2024’te kaybettiği kadim dostu için çok üzülse de paylaştıkları güzel zamanları büyük bir keyifle anlatıyor Ahmet Kireç.
Aysel’ i Ahmet Abime yapsak ya!
Mustafa – Fatma Kireç çifti, Kuşadalı gençler bir yana, diğer çocuklarına da hiç benzemeyen, yerinde duramayan, gezip görmeye, öğrenmeye her daim aç Ahmet oğullarının artık evlenip çoluk çocuğa karışmasını çok istemektedirler. Belki bu şekilde biraz durulur, diye umut etmektedirler. Ancak pek çok kız arkadaşı olmasına karşın Ahmet evliliği hiç düşünmemektedir.
Ahmet Kireç’ in evlilik öyküsünü dinlerken bu işin mimarı – daha doğrusu çöpçatanı- Düriye Sarayköylü de yanımızdaydı. Elbette ki olayın sahne arkasını birinci ağızdan dinlemenin keyfi başka oldu.
Düriye Hanım’la, Ahmet Bey’ in kız kardeşi Melahat Hanım yakın arkadaştırlar. Aysel Kireç de Düriye Hanım’ın görümcesidir. Aile arasında Ahmet’ i evermek düşüncesi, kendisi dışında topluca kabul gördüğü için gelin adayı arama çalışmaları da başlamıştır.
Melahat Hanım’ın aklında Aysel vardır. Bir gün Düriye Hanıma konuyu açar:
“Aysel’ i Ahmet Abime yapsak ya!”
Düriye Hanım bu fikre bayılır. Çok emin bir şekilde “Yaparız!” der.
“Ahmet Abimi biz çok severiz.” diye anlatıyor Düriye Sarayköylü. “Bize göre çok değişik bir insan, hiç alışık olmadığımız bir hayat tarzı var. Yabancı diller konuşuyor, bir sürü yer gezmiş, görgülü, bilgili… Bir o kadar da sempatik, herkes tarafından çok seviliyor.
Bu konuşmalar sırasında Ahmet Kireç’ in gözlerinde gururla karışık mahcubiyet duygusu okunuyor. Alçak gönüllülükle ekliyor:
“Aslında ben sade bir vatandaşım. Ama işte rahat konuşurum falan, güven vermişim demek çevremdekilere.”
Ve çöpçatan çöpünü çatar. Pırıl pırıl güneşli bir 23 Şubat günü Aysel Hanım ve Ahmet Bey tanıştırılır. Aracılarla birlikte iki genç Fransız Tatil Köyü’ nde güzel bir gün geçirirler. “Ben o gün bütün fırlamalığımı gösterip Aysel’ i tavladım.” diyor Ahmet Kireç; üstelik evliliği hiç düşünmezken.
“Ve öyle beğendiler, öyle sevdiler ki birbirlerini, yıllardır mutlu mesut yaşıyorlar. Ben onlarınki gibi bir eş sevgisi görmedim.” diye anlatırken Düriye Hanım, Ahmet Kireç’ in gözleri sevgiyle ışıldıyor.
23 Şubat 1975’ te gerçekleşen tanışma sonrası kızımız Aysel ile oğlumuz Ahmet, 9 Mart’ ta, Kervansaray’ da yapılan dillere destan bir törenle nişanlanıp 14 Mayıs’ta da evlenirler. Evliliğin ilk meyvesi İlknur 1976’ da, ikincisi İlker de 1979’ da dünyaya gelir.
Mustafa ve Fatma Kireç sonunda oğullarının bir yuva kurmasına çok sevinir. Ancak bekârken yerinde duramayan oğulları yine uzak yollara düşmeyi sürdürmektedir. Elbette bu kez eşli, bazen çocuklu ve çok mutlu bir şekilde.
Kuşadası Yararına İşlerde Hep İlk Adım Atanlardan Biri
Ahmet Kireç 1996 yılında, birçok ticari ortaklığı sürmekle birlikte, yaklaşık 40 yıl sürdürdüğü turizm işletmeciliğini bırakır. Yaşamının bundan sonraki döneminde Kuşadası Belediye Meclis Üyeliğinin yanı sıra Ticaret Odası, KEGEV (Kuşadası Eğitim ve Geliştirme Vakfı), Lions, Ada-Çev ve Yerel Tarih gibi sivil toplum kuruluşlarında önemli görevler üstlenir. “Elimiz, dilimiz, ayağımız tuttuğu sürece Kuşadası yararına işlere devam edeceğiz.” söylemini sıklıkla yineleyen Ahmet Kireç, Ticaret Odası’ nın kurucularındandır. (1992) İlk iki yıl Meclis Başkan Yardımcılığı, sonraki dönemlerde Meclis Başkanlığı görevlerinde bulunur.
Kuşadası Lions Klüp kurucu üyesidir(1988) ve adı “efsane sayman” olarak anılmaktadır.
1990’ da kurulan KEGEV ‘in Mütevelli Heyet Üyesi olarak çalışmalara katkıda bulunmayı sürdürmektedir.
Siyasetle ilişkisi ise istemi dışında gelişen kimi olaylar sonucunda bir zorunluluk olarak kısa bir dönem yaşanır.
“Benim siyasetle ilişkim, sadece bir CHP üyesi olmakla sınırlıydı. 2009 yerel seçimlerinde birinci sırada aday gösterilen kişi yasal bir engele takılınca yeni aday olarak benim ismim geçiyor. Kesinlikle itiraz ettim önce. Ancak seçimleri kaybetmemize neden olursun, şeklinde bir dayatma olunca kabul etmek zorunda kaldım. Şartlarımı da sıraladım. Anlaştık ve birinci sıradan aday oldum. Seçimler kazanıldı.
Görevimi iyi bir şekilde yerine getirdiğimi düşünüyorum. Ancak o dönem bana, siyasetin benim mizacıma asla uymadığını net bir şekilde gösterdi. Zaten son meclis toplantısında da 2009’ da başlayan siyasi hayatımın 2014’ te kesinlikle bittiğini ilan ettim.”
Beş yıl içinde bulunduğu siyaset arenasında Ahmet Kireç’ i en çok üzen konuların başında insanlar arasındaki saflaşmalar geliyor. DP – CHP restleşmelerine tanık olduğu günlerden bugüne pek bir şeyin değişmediğini söylüyor. En samimi arkadaşın bile karşında yer alabiliyor, diye serzenişte bulunuyor. Ve belki de daha önemlisi siyasette dürüstlüğün bir erdem olarak görülmemesinden yakınıyor. Ülkeyi öncelikli düşünecek dürüst siyasetçilerin olması gerektiğini söylüyor ve ekliyor: “Bunu görebileceğimi hiç zannetmiyorum.”
Ne Olacak Kuşadası’ nın Hali?
Kuşadası’ nda turizmin gerek alt yapı, gerekse değerler açısından hazır olunmadan başlamasını şöyle özetliyor Ahmet Kireç:
“Kuşadası olarak turizmde ilk ve öncü olmanın sıkıntılarını çektik. 1975 ve de özellikle 1980 yılından sonra Kuşadası, Türkiye’nin dört bir yanından turizmin cazibesine kapılanların akınına uğradı. Arz talep dengeleri bozuldu. Asılmalar, kazıklamalar, sahte mal satışları başladı. Konaklama sektöründe acentelerin de parasal teşviki ile evini bozan otel yaptı; iki yüz, üç yüz metre kare arsası olan otelciliğe soyundu. Yukarıda saydığım hengâme içinde o kadar iyi paralar kazandık ki Kuşadası’nın elden gittiğini göremedik.”
Kısa da olsa yerel yönetimde görev aldığı dönemde, turizmin başladığı 70’ li yıllardan günümüze verilen yanlış kararları net bir şekilde görüp değerlendirme şansı olmuş Ahmet Kireç’ in. Deniz Palas’ ı işlettiği zamanlarda Kuşadası’ na gelen turistlerin inşaatların fazlalığına dikkat çektiklerini, hatta “İspanya gibi olmayın, şehri bozmayın!” uyarısında bulunduklarını anımsatarak hiçbir dönemde bu uyarıların önemsenmediğini şu cümlelerle anlatıyor: “Cebimizi doldurmaktan kafamızı kaldırıp neler olduğuna bakmadık. Kafamızı kaldırdığımızda ise Kuşadası betonla kaplanmıştı.”
Yine de geleceğe umutla bakmak gereğini konuşuyoruz son olarak.
“ Bu kent hala pek çok güzelliğe sahip.” diyor Ahmet Kireç ve ekliyor: Geçmişe bakıp ağlayacağımıza, bir şeyleri nasıl düzeltebiliriz diye kafa yormak gerekiyor. Hiçbir şey yapamıyorsan, boş bulduğun yere bir fidan dik!”
…………………………………
(*) 1669 yılında Girit’ in Osmanlı Devleti sınırlarında yer almasından sonra, bir kısmı Boşnak olan Kapıkullarının adaya yerleşmeleri ve ada halkının kızlarıyla evlenmelerine izin verilir. Ahmet Kireç’ in büyük dedelerinden biri de Girit kuşatmasına katılan Boşnak Kapıkullarından biridir ve Giritli bir kızla evlenip adada yaşamını sürdürmüştür. Bu sebeple Atalarının lakabı Boşinaki olmuş.
(**) Sözü geçen röportaj You Tube’da “TV 2000 İtalya Ahmet Kireç” başlığıyla yayındadır.
torunum esersanın doğum gününde kızım ilknur ile