FATMA TABAK’TAN ANILAR

GİRİT’TEN ÇIKILMIŞ YOLA…

Porselen bir meyve tabağı ne kadar önem taşıyabilir, bir insan için?

Akşam oturmalarında, konuklarınız geldiğinde içindeki meyveleri sunduğunuz, bir yandan iştahla tüketilen meyveleri kim bilir hangi söyleşilerle daha da tatlandırdığınız, belki bir yıkama sırasında tam da elinizden kayıp düşecekken son anda yakalayıp kırılmaktan kurtardığınız….bir porselen meyve tabağı. 

Her tüketilen meyvenin bıraktığı boşluğu bir yaşanmışlıkla dolduran, ola ki bir süre sonra boş görüntüsüne inat hep dolu duran, biriktirdiği onca anıyla ağırlaşan, kırılganlığını yaşanmışlıklarla sarıp sarmalayıp, sağlamlaştıran, en az yüz elli yıllık var olma savaşımında nice zorluklar atlatan, nice eller değiştiren bir porselen meyve tabağı. Üzerindeki nakışlara ve yaşını hiç göstermeyen canlılıktaki renklere aldanıp ne öyküler yazılabilir, bu tabağın başkahraman olduğu. 

Biraz dikkatli bakıp da ruhunu görebilirseniz eğer, nice görüntüler canlanıverir karşınızda; hani şu Alaaddin’in Lambası’ndaki cin misali. “Dile benden, ne dilersen”, diyerek düşlerinizi gerçekleştirmeyeceklerdir elbette bu görüntüler, ancak dinleyeni hayretler içinde bırakacak ne çok sır dökeceklerdir ortaya. Mutfak dolaplarının içinde göz önüne çıkmak için sıra beklerken, günün birinde sahipleri tarafından toprağa gömülecek, karanlık ve nemli toprağın koynunda, toprak üstündeki nice kıyım, ateş ve gözyaşından korunacak, sonra yine bir gün, toprağın derinliklerine dalan bir kazmanın acımasız darbesinden rastlantıyla kurtulup başka eller tarafından gün ışığına çıkarılacak, görenleri hayrete düşürecek, biraz da kederlendirecek. Kim bilir, kimlere aitti? “Şimdilik gidiyoruz, ama her şey yoluna girip geri döndüğümüzde seni de sapasağlam burada bulacağız”, inancıyla giden, ancak gidip de dönemeyen sahipler kimlerdi? Bir tabak nasıl önem taşıyabilirdi bir insan için, geri döndüğünde kavuşmayı düşleyecek kadar? Kim bilir? 

Öykünün başkahramanı “porselen meyve tabağı” şimdilerde KUAKMER’de bir vitrinin başköşesinde duruyor; görenleri cezbeden renkli nakışları ve içini dolduran bir mübadele öyküsüyle. Kim bilir ne kadar süre gömülü kaldığı toprağın altından gün ışığına çıkıp da şimdi bulunduğu saygın köşeye yerleşmesi ise ayrı bir öykü. Bu öyküyü de bizlere, Girit Mübadili bir ailenin çocuklarından biri, Sayın Fatma (Fato) TABAK anlattı. 

“Ben doğma büyüme Kuşadalıyım”, diye anlatmaya başladı sevgili Fato Abla. “Dedem ve anneannem Girit’ten gelmiş. İki çocukları vardı; Biri Hüseyin Ağabey’imin (Hüseyin ARABUL) babası, diğeri de annem. Yani Hüseyin ARABUL dayımın oğludur. Dayım, ben doğmadan önce vefat etmiş. İki çocuğunu da babama emanet etmiş. Ancak dayımın ölümünden sonra yengem İzmir’e gidiyor. Dedem eski kafalı, kız çocuğunu alıkoymuş; annesine vermemiş. Yengem de oğluyla, yani Hüseyin Ağabeyim’le gitmiş İzmir’e. 

Biz Gülseren Abla’mla aynı evde büyüdük. Ayrıca da iki erkek kardeşim var benim. Gülseren Ablam bizim aile için çok kıymetli bir çocuk; annem benden çok onu severdi diyebilirim. Babam da öyle. Gülseren Ablam zaman zaman hayıflanır, keşke ben de ona baba deseydim, diye. Ben de bazen, Gülseren Ablamı annesinden ayırmakla yanlış yapmışlar, diye düşünürüm; ama gerçekten sevgi dolu bir ailede büyüdük. O yüzden Hüseyin Ağabeyim ve Gülseren Ablamla aramızdaki sevgi bağı çok güçlüdür. Geniş bir aileydik biz. Anneannem, dedem, anneannemin iki yaşlı kız kardeşi; hepsi Girit’ten gelme ve hep birlikte yaşıyorlar. İki kız kardeşten biri önceden evliymiş. Kocası Erkan-ı harp kaymakamı imiş. Gelgelelim teyzemiz çok kıskançmış, her şeye müdahale ediyormuş.

 Kocası bir gün onu Kuşadası’na gezmeye gönderiyor, arkasından da boşuyor. “Teyze ortada kalınca dedem onları himayesine almış. Sonradan babam da iç güveysi olunca bütün aileyi kucaklamış. Böyle büyük, oldukça da mütevazı bir ailede ve gerçekten sevgiyle büyüdük biz. Babam bize tek haram lokma yedirmemiştir. Okuması yazması yoktu ancak fevkaladenin üstünde bir babaydı. Bu koca aileyi hep bir arada tuttu.”

Fato Abla, ailesini anlatırken gözleri sevgiyle ışıldıyor gerçekten. Çoğu artık hayatta olmayan büyüklerine duyduğu özlem okunabiliyor bir de gözbebeklerinde. Hüseyin Ağabey’inden söz ederken sesindeki içtenliğe büyük bir övünç katılıyor: “O bizim ailemizin direği, gururu. Allah, bütün ailenin zekasını toplamış, hepsini Hüseyin Ağabeyime vermiş. Annesiyle birlikte İzmir’e gittiğinde çok sık görüşemiyorduk. Sonra tahsil için Ankara’ya gitti. Ancak evlendikten sonra her sene buraya gelmeye başladı. Böylece daha çok görüşür olduk. Ailesine, hepimize çok düşkündür. Maddi manevi her zaman yanımızdadır.” Fato Abla’nın Ailesi, mübadeleden önce gelmiş Ege’nin bu yakasına. Dedesi henüz on sekizindeyken. “Dedem geldiğinde bir Yunan eşi varmış, anneannem anlatırdı. Sonradan başka bir karısı daha ve ondan da beş altı çocuğu olmuş. Daha sonra anneannemle evlenmiş. Geldiğinde rençberlik yapmış dedem, senelerce. Kazım Adalılar’ın bağını icarla tutmuş. Bir de İzmir yolunda, Keçi Kalesi’nin altında bir bağ kiralamış. Yunan eşi orada ölmüş, oraya da gömülmüş. Benim çocukluğumda dedemin diğer iki karısı yan yana evlerde otururlardı ve çok iyi arkadaştılar. Ben de doğup büyüdüğüm Dağ Mahallemde uzun seneler oturdum. Ta ki babam rahatsızlanana kadar.” 

Girit’ten yola çıkıp, Kuşadası’na gelmek; üstelik o dönemin ulaşım olanakları- daha doğrusu olanaksızlıklarıyla. Gelmekle de kalmayıp, adanın yerlileriyle ortak bir yaşam ritmi tutturmaya çalışmak… 

“Geçen yaz Girit’e gittiğimizde çok etkilendim” diye anlatıyor Fato Abla. “Biz o gün uçakla kırk dakikada Atina’ya gittik. Oradan sekiz saatlik gemi yolculuğuyla Girit’e ulaştık. O insanlar, o zaman nasıl geldiler, nasıl sağ kalabildiler, gerçekten aklım almadı. Tabii özellikle ilk zamanlar Giritlilerin yaşam biçimlerini Kuşadası’nın yerlileri çok yadırgamış. Aslında övünerek söyleyebilirim ki Giritliler son derece misafirperver, insana değer veren, modern, erkekli kadınlı bir arada oturabilen insanlar. Ayrıca çok cömerttirler. Diyorlar ki Giritli’nin oğluna kız ver ama kızını alma; çünkü kuzu etsiz yemek yemezler, masraflı kadınlardır. Bizim evde hep Rumca konuşulurdu. Ben de anneannemden öğrendim, Rumca biliyorum. Evimizde hep kaymakamlar, hâkimler, emniyet müdürleri ağırlanırdı. Anneannemler çok güzel yemekler yaparlardı. Sekiz-on yaşlarında çocukken, yakalanan Yunan balıkçıları burada hapse konurdu. Dedem onlarla çok ilgilenirdi. Yemekler yapılır, hapishaneye gönderilirdi. Ben bile yemek götürmüştüm. Sonra o insanlar hapisten çıkınca evimize gelirlerdi; dedem onları yedirir, içirirdi. Yunanistan’a döndüklerinde de bize tuzlu balık gönderirlerdi. Dedemin Yunanistan’da çok ahbabı vardı.”

Fato Abla şimdiki KUAKMER binasının sahipleri, Hatice KUTLU ve Nuri KUTLU ile de komşuluk yapmış.

“Hatice Hanım çok hanımefendi bir insandı. Şefik’in annesi, rahmetli Necmiye Hanım’a gelir giderlerdi, hep görürdük birbirimizi. Evlendiğim zaman onların evinin arkasında oturdum üç ay. Sonra Şefik’lerin evine taşındım. Karşımda Sütçü İbrahim otururdu. Bir de Şükran Abla vardı. Sonra, gümrükçü oğlu olan bir teyze vardı, bir de nüfusta çalışan Ali, arkamızda da Saraçlar. Yaşlılar evde otururdu, gençler rençberlikle uğraşırdı.” 

Fato Abla’nın dedesi Girit’ten Kuşadası’na geldiğinde, Kuşadası’nın düşman işgalinden kurtulma sürecinde yanan (ya da yakılan), sonrasında da “yanıklık” olarak adlandırılan mevkide ikamet etmiş. Tümüyle boş bir alanmış. “Porselen meyve tabağının öyküsü de Yanıklık’ta yazılmış. “Dedem oralara bir sürü ev yapmıştı, yan yana. Bir tane Gülseren Ablama vermiş, bir tane anneme. Sonraları, mübadelede Rodos’tan gelen insanlara çok ucuza satmış. O mahallemizde İstanköylü, Rodoslu çok vardı. İşte bu evlerin temelleri kazılırken pek çok eşya bulunmuştu. Herhalde günün birinde geri döneceklerini uman Rumlar, bazı eşyalarını toprağa gömüp de gitmişlerdi; değişik tabaklar, çatal kaşıklar, bakırlar filan. Bazıları toprak kazılırken kırılırdı. Tabii bu eşyaların kıymeti bilinmedi. Bir tek bu meyve tabağını ben korudum. En az yüz elli senelik vardır. ” Altmış sekiz yaşında Fato Abla. Kuşadası’nın altmış yıldan fazla geçmişinin izleri var belleğinde.

“Biz çocukken Kuşadası çok eğlenceliydi” diye anlatıyor. “Evimiz denize karşı, bir bakarız motor geliyor. Dedem, rahmetli seslenir: “Fato, gemi geliyor!“ (Bana hep erkek çocuğu muamelesi yaparlardı. Uyanıktım biraz.) O zamanlar Bodrum’dan kayıklarla limon, portakal gelirdi. Hemen sepetlerle limana giderdik. Aldığımız limonları anneannemler sarar, sandıklara yerleştirirlerdi. Çok özel misafirlere limonata ikram edilirdi. Limon çok değerliydi.” 

O zamanlar küçücük bir kasaba olan Kuşadası, Fato Abla’nın belleğinde tüm güzelliğini koruyor. “Şoförler, rençberler ve balıkçıların yanında birkaç devlet adamı vardı”, diyor. Değişimden yakınıyor. Eski komşulukların, saygının kalmadığını söylüyor. Yalnız yaşayan insanlara mutlaka yemek gönderilen günleri özlüyor. Ancak tüm yakınmalarının sonuna, Kuşadalı olmaktan duyduğu büyük gurur da ekliyor. Biraz da “TABAK” soyadının nereden geldiğini konuşuyoruz Fato Abla’yla. 

Babamın babası Girit’te tabak ustasıymış. Karısı ve dört çocuğuyla yaşıyor. Türkiye’ye deri almaya geliyor, ancak o sırada harp mi çıkıyor, n’oluyorsa yollar kapanıyor ve dedem Girit’e dönemiyor. (En az yüz yıl öncesinden söz ediyor.) 

Çeşme’de kalıyor uzun bir süre. Bu arada Türkiyeyi dolaşıyor, en çok beğendiği yer Şirince oluyor. Derken dedem hastalanıyor; elinde bir yara oluşuyor. Tedavi için bir ebe kadına götürüyorlar dedemi. Ebe kadın bir zenci, vaktiyle Libya’dan kaçırılmış bir çocuk. Bir ikidönem öncesi Çeşme Belediye Reisinin dedesi alıyor bu zenci kız çocuğunu; büyütüp okutuyor, hatta ona biraz mal mülk de veriyorlar. Kız ebe oluyor, evleniyor ve sonradan benim babaannem olacak kızı doğuyor. Bu arada kocası harpte ölüyor. Derken kızını da evlendiriyor, ama onun da kocası harpte ölünce kız ve iki torunuyla yaşamaya başlıyor. Ebe kadın (yani babaannemin annesi) dedemi iyileştiriyor. Dedem de yalnızlıktan bıkmış, ebenin iki çocukla dul kalan kızıyla evlenmek istiyor ve evleniyorlar. Üç tane çocukları oluyor. Bunlardan biri benim babam Halil Tabak. Derken bu arada yollar açılıyor ve dedem, Girit’te kalan ailesini de yanına alıyor. Böylece Girit’teki eş ve artık delikanlı olmuş dört çocuk da (Tabak Ali, Tabak Mustafa, Tabak İbrahim, Tabak Rıdvan) dedemin yanına geliyorlar ve hep birlikte Şirince’ye yerleşiyorlar.

Akabinde her iki karısı da birer kız çocuk dünyaya getiriyor. Aralarında hiç hır gür olmadan yaşayıp gidiyorlar. Atatürk dedeme hem Çeşme, hem de Şirince’de mal vermiş; “acı iskan” olarak derdi babam. Rumlardan kalma yerler olduğundan, acı üzerine iskân anlamındaymış; üretin, oturun diye. Ama dedemiz ölüverince, babaannem İtalyan fabrikasında aşçı olarak çalışmaya başlıyor. Zenci annesiyle birlikte çok güzel yemekler yapardı. Babaannem, babamın da İtalyan gemilerinde çalışmasını istiyor, ancak babam kaçıp, annemin babasına sığınıyor. Dedem de ona sahip çıkıyor ve babamla annem aynı evde büyüyorlar. Yalnız babam okula gidemediği için çok üzülürdü. Herhalde o zamanlar okumaktan ziyade hemen bir meslek sahibi olmak önemliydi. Hüseyin Ağabeyimin babası, babama şoförlük öğretmiş.” Çok zeki bir çocukmuş Fato Abla. Ancak sıklıkla tutuculuğunu vurguladığı babası onu okutmamış. O dönemde Kuşadası’nda ortaokul yokmuş; okumak isteyenler Söke’ye gitmek zorundaymış. Annesi onaylasa da babası izin vermemiş Söke’de okula gitmesine. Bu yüzden hala üzgün; okumayı çok istemiş çünkü. “Bir başöğretmenimiz vardı: Reşat Bey. Kimse bana “Fatma” demezken, o hep bana “Fatma” diye seslenirdi. (Çünkü biz Giritliler, birbirimize seslenirken isimlerimize “o” sesi eklerdik. Fatma, Fato... Ali, Alo…, Arif, Arifo…) İşte Reşat Bey bana derdi ki: ‘Fatma, sen çok akıllı bir kızsın. Seni ileride çok iyi yerlerde görmek istiyorum.’ 

Ama olmadı işte! Şimdilerde bazen gençler geliyorlar, anket yapmak için. Beni bilgili filan görüyorlar herhalde, soruyorlar: “Nereden mezunsunuz?”  diye, ben de: “Yüksek ilkokul mezunuyum.” diyorum. Çünkü gittiğim ilkokulun ikinci katında okudum; bir yükseklik var sonuçta.” Gülüşüyoruz, zaten söyleşi süresince pek çok kez gülüşüyoruz; öylesine mizah yönü güçlü bir anlatımı var Fato Abla’nın. Böyle zeki bir kadının eğitim hakkının sınırlandırılması gerçekten çok üzücü. Sonrası ise tutucu kasaba ortamının dayattığı erken yaşta evlilik ve çok kısa sürede sonlanan evliliğin “dul” statüsüyle prangaladığı yeni bir esaret dönemi. 

On altı yaşındaymış Fato Abla ilk evliliği gerçekleştiğinde. Annesi korkular içindeymiş, hiç tarlada çalışmadıkları için Kuşadası’nda ya rençber ya da balıkçı bir kocayla kızı rahat edemez diye, İzmir’e gelin vermiş onu. Ancak kırk günlük gelinken ayrılmış kocasından. Sonrasında bir kasaba ortamında dul olarak yaşamanın sıkıntıları çöreklenmiş yaşamına.

“Ama bütün bunları ben kendi çabamla yendim, dimdik ayakta kaldım.” diyor gururla. Hatta ikinci evliliğini bile yapmış; hüsranla sonuçlanmış olsa da çocukları ve torunlarıyla, yanı sıra geniş ailesinden hayatta olanlarla yine sevgi dolu yaşamını mutlulukla sürdürüyor.

Fato Abla son olarak, Hüseyin Ağabeyi ile onun sevgili eşi Özel Abla’sının aşklarını anlatıyor, gözleri dolu dolu. “Onlar birbirlerini çok sevdiler”, diyor; Çok mutlu oldular, birbirlerine seslerini hiç yükseltmediler. Ve ne mutlu ki şimdi adı Kuşadası’nda bir kültür merkezinde yaşıyor. Bundan daha büyük bir gurur olabilir mi? 

Hiç bitmesin istenen bir söyleşiydi Fato Abla’yla gerçekleştirdiğimiz. Evinden ayrılırken sözleşiyoruz, bir dahaki ziyaretimizde bize, sevgili anneannesinden öğrendiği Girit yemeklerini, çullama, sinkonto ve mizitropites yapacak! 

Röportaj ve derleme: Melek – Şefik Sözer