“Evin kapısı açılır açılmaz, doğruca ev altında duvara dayalı duran sandığa koşardık. İçinde mutlaka taze kurabiyeler ya da poğaçalar bulacağımızdan kuşkumuz olmazdı. ..ve o sandığın her açılışı biz dört kardeş için mutluluk anlarıydı”, diye anlattı yıllarca, eşim Şefik Sözer.
O sandık, evin sahipleri artık bu dünyadan göçtüklerinde ve o koca ev kimsesizlikten, bakımsızlıktan yıkılmaya yüz tuttuğunda ayrıldı, yıllarca sırtını dayadığı duvarın dibinden….üzerindeki örümcek ağları, ötesini berisini hala iştahla kemirmeye çabalayan tahta kurtları ve dört kardeşin mutluluğuyla ağzına dek dolu olarak bizim evimize geldi. Örümcekleri temizlendi, ilaçlanıp tahta kurtlarından arındırıldı. Bir de güzel cilalanıp, yeni evde, yine bir duvar dibine yerleştirildi.
Evdeki diğer eşyalardan çok farklıydı elbette… çok yaşlıydı. Ve yıllarca biriktirip içine attığı yaşanmışlıklarla bir ruhu vardı. O yüzden biraz kibirliydi; mobilyacıdan yeni alınıp yerleştirilmiş, henüz hiçbir anısı ve içinde bir çocuğu mutlu edebilecek hiçbir sırrı olmayan eşyalara karşı…çok da haklıydı.
Derken, yaklaşık bir otuz yılını da bizimle geçirdi sandık. İçine kurabiyeler konmadı. Ancak çocuklarımız, sandığın, içine sakladığı kurabiyelerle, henüz çocukken babalarını nasıl da mutlu ettiğini sıklıkla dinleyerek büyüdüler.
Şimdilerde yeni bir telaş! Bir sihirli değnek dokunup, tüm sihrini akıttı ve sandığın ev altındaki duvarın dibinde yıllarını geçirdiği evine yeniden can kattı. Sandık da heyecanla hazırlandı; yenilendi, onarıldı….gelin geldiği ilk evine dönmek için allanıp pullandı.
O evde artık Müftü’nün oğlu Nuri Bey ve Hatıpların birbirinden güzel kızlarının en büyüğü Hatice Hanım yok! Ancak birlikte yaşadıkları ve on beş yıl arayla, içinde ömürlerini tamamladıkları evleri bütün görkemiyle yeniden var edildi.
Sandık için yeni bir dönem. Ne mutlu ki kendi evine kavuştu! Yine bir duvar dibinde yerini buldu ve artık bir daha yer değiştirmeyeceğinden emin olarak şöyle sağlamca dayadı sırtını duvara. Belki kurabiyeler, poğaçalarla değil ama, içinde yine çocukları mutlu edecek pek çok sürpriz barındırarak.
———————————–
Çocukları o sandığın içindeki kurabiyelerden yemiş midir, bilemiyoruz ama, cumbanın yolun soluna bakan penceresinden “Ayteeen!” diye seslenip, “çocuk niye ağlıyor? Bak canı bir şey istiyorsa allahaşkına söyle!” diyen “Hatçe Abla”nın çocuk sevgisini anlata anlata bitiremiyor, komşusu Ayten Altunsoy. “Çok iyi bir insandı”, diye ekliyor….”Arada çağırırdı bizi: Hadi gelin, hem sohbet edelim, hem de şu buğdeyin taşlarını elleyiverelim, diye. Toplanır giderdik, o bize kahve pişirir, evde ne varsa, ceviz, incir çıkarırdı. Çok güzel sohbetlerimiz olurdu.
Hatçe Abla ‘nın çocuğu olmamış, kız kardeşinin kızı Zehra’yı evlat edinmişler. Üstüne titrerdi Zehra’nın, çok koştu arkasından, okuttu, etti. Onun için de öyle komşularına sık sık girip çıkmazdı. Ama doğum olsun, ölüm olsun mutlaka gelirdi. Çok yardım severdi. Çok üzülmüştüm öldüğünü duyunca, alandaydık biz o zaman , aniden ölmüş Allah rahmet eylesin!”
Ayten Altunsoy 1938 doğumlu. Kimliğinde doğum yeri Söke yazıyor ama doğma büyüme Kuşadalı. Babası Denizli, annesi Serinhisar’dan (o zamanlar Kızılcahisar’mış). Evlendiklerinde babası 17, annesi 15 yaşındaymış. Kuşadası’nda bir akraba düğününde karşılaşmışlar. Derken, “sen veriyorsun bir yastık, öteki veriyor bir yorgan, beriki iki tabak, evlenip yerleşiyorlar. Kalış o kalış!
Annem babam çalışıyorlardı. Bir süre Muştu Ali’nin damlarında kaldık, sonra Dülgerler’in yanında. 1949’da bu arsayı aldık. Ee fakirlik, anca iki senede evi tamamlayıp göçtük.
1951 senesinde buraya geldiğimizde yan evdeNuri Abi, Hatçe Abla ve Nuri Abi’nin babası (Müftü Hasan Reşat Efendi) vardı. Hatçe abla’nın altındaki evde İstanköylü Edibe Abla yaşardı. Daha aşağıda Kargılıların Kamer Abla. İki kapı aşağıda Kadriyanım Teyze otururdu. Yine Kargılıların Nadide Abla, bir de Allah rahmet eylesin Münire Abla vardı; Düriye’nin annesi. Aşağıdaki irim içinde (çıkmaz sokakta) Kamer Abla otururdu. Bir de Bahriye Abla ve Sevil Abla….
Çok çok iyiydi komşularımız. Komşuluklarına doyamadım, çok arıyorum o günleri. Nasıl diyem sene, çat kapı birbirimize giderdik. Bugünkü gibi, yok sene gelcem, kabul eder misin, filan yok!”
Şimdilerde hepimiz evde olsak da olmasak da kapılarımızı ille de kilitliyoruz….üstelik çelik kapılarımızı ve hatta birden çok kilit kullanarak. Oysa Ayten Teyze, tütün için altı aylığına alana göçmelerinin dışında kapılarında kilit olmadığını söylüyor. “Çok temizdi insanlarımız”, diyor….”bir yere gittiğimiz vakit kapımıza bir ip bağlardık. İpi bağlı gördük mü, tamam, bu kadın evde yok demekti. İp bağlı değilse çat kapı giriverirdik komşularımıza.
Şimdilerde tas kebabı derler, bolama derler, ondan yapardık. Şöyle bir tencerenin içine etini kapatırsın, pirincini salarsın… bir de içine küçük bir şey koyarlar, yerken kime çıkarsa bir dahaki sefere ona gidilir.
Öyleydi işte…radyo, televizyon yok, her evde elektirik yok…ama komşuluğumuz, sohbetlerimiz çok güzeldi.”
Ayten Altunsoy, 1951’de anne ve babasıyla ve henüz bekar olarak gelmiş, şu anda da oturduğu, yanı sıra pansiyon olarak işlettikleri eve. Şöyle anlatıyor o günleri: “Biz geldiğimizde hiç genç yoktu; hepsi yaşlı nene. Bir ben gençtim. Bize gelirlerdi, “annen yok mu gızım”, diye. Annem yoksa ben varım derdim, oturturdum onları, kahve pişirirdim. Çok hoşlarına giderdi.
Bir de ikramlık macunlarımız vardı. Bir tepsi içinde bir bardağa kaşıklar korsun, temiz, ortada bir kasede kendi yaptığımız macun (reçel) olurdu, bir de içi su dolu bardak. Misafir temiz kaşığı alır, macundan bir kaşık ağzına atar, sonra kullandığı kaşığı su dolu bardağın içine bırakırdı. Böyleydi bizim ikramlıklarımız; çay, kahve yoktu. Ada çayı içerdik. Kahve yerine de nohut, arpa ve acı bademi ayrı ayrı kavururduk, değirmende öğütür kahve diye içerdik. Güzel olurdu valla! Şöyle de bir mani söylenirdi:
Kahve gelir Hint’ten, Yemen’den.
Nasipse size gelir
Nasip değilse ne gelir elden?”
Ayten Hanım, sabah kahvaltılarında evde ne varsa (mercimek, tarhana, un), çorba yapıp içtiklerini, diğer öğünlerde de “zerzevat – taze fasulye, patlıcan, pıransa” pişirdiklerini anlatırkenki alçak gönüllü edasını, bayram tatlılarını anlatırken keskin bir şekilde değiştiriyor. Çünkü kalbura bastılar, şekerlemeler (un kurabiyesi), kadayıflar, Ramazan ve Kurban Bayramlarının olmazsa olmazı. Diğer pekçok Kuşadalı Hanım gibi Ayten Hanım da bu tatlılar konusunda oldukça iddialı.
Balık ise Ada’da oldukları zaman diliminde, o da haftada bir konurmuş sofralarına. Deniz kıyısında olunsa bile tarım kültürünün egemen olduğu tüm topluluklarda olduğu gibi; denizden çok toprakla barışık yaşama hali.
“Yazları işten başımızı kaşıyamazdık”, diye anlatıyor. “Davutlar tarafındaki tütün tarlalarına giderdik. Kuşadası’nın zengini fakiri hepsi alana göçerdi, tütün kırmaya, tütün dizmeye. Altı ay sürerdi. Tarla bizim değildi, icar tutardık. Ölürdük tütün için. Çocuklarımızı doya doya sevemezdik. Sabah ezandan önce kalkıp, neredeyse öğleyi bulurduk tütünün başında. Sonra gelirdik, artık çorba mı yapcan, melemen mi, ellerimizdeki tütün acısıyla. Çocuğu yatırırdım kucağıma, emziricem diye, çocuğun saçları kolalı olurdu.
Ama n’apıcan, tütün para demekti. Çok şükür bugünlerimize!” Kuşadası’nda turizm başladığında – Ayten Hanım’ın deyişiyle 1974’lerde – tütün kalkmış. Yeri olan kazanmış…zeytin ağaçları kesilip topraklar imara açılmış. Altunsoy Ailesi de içinde otuz yıl yaşayıp çocuklarını büyüttükleri evlerini pansiyona çevirmişler. Çok beğenilmiş o dönemde; herkes gelip model almış. Bir de 74’ te başlayan yeni yaşam şekli, yeni bir öğün katmış Ayten Hanımların günlerine: “İlkindi kahvaltısı” . “74’ten beri bizim beş çayımız meşhurdur”, diye anlatıyor. Böylece komşu muhabbetleri için yeni bir bahane de yaratılmış.
Ayten Altunsoy’la biraz da bitişik evden, “Nuri Abi ve Hatçe Ablanın evi”nden konuştuk. 1986’da, Hatice Kutlu’nun ölümümden onbeş yıl sonra Nuri Kutlu da ölünce, metruk bir hale gelen, daha sonra yıkılma tehlikesi ortaya çıkınca belediye tarafından yıktırılan ev, son üç yılda Bağışlandığı KEGEV Yönetimi girişimleri ve Vakıf Kurucu Başkanı Hüseyin Arabul’un katkısıyla yeniden yapıldı. Üstelik bir Kültür merkezi olarak Kuşadası’nın kültürel varlığını zenginleştirmek amacıyla. Ayten Hanım bu gelişmeden memnun, çünkü en başta metruk evin pisliğinden ve tehlikelerinden kurtulmuş. Ancak evin yeni halini pek de aslına uygun bulmamış. Biraz yüzünü buruşturuyor, “eskiden daha güzeldi” derken. Yine de yaşadıkları sokakta böyle bir yenilenmeyi doğru ve gerekli görüyor. Hayali ise bu sokağın eski haline döndürülmesi. Çünkü eskiden bu sokak bu kadar dik değilmiş. “51 senesinde geldiğimizde çok rahat çıkardık. Hem de zemin taştı. Sonradan her tamiratta üst üste beton döktüler. Yol şimdi çok dik, müşterilerimiz pansiyona gelirken tıkanıyorlar,” diyor.
Bir de sokağın pisliğinden şikayetçi. Şöyle anlatıyor: “ Eskiden mahallemiz tertemizdi. Çöpçülerimiz iki merkep – iki yanlarında keletirleriyle – bir de at arabasıydı. Zaten altı ay herkes alana göçtüğünden çöp de olmazdı ama yaşarken de pırıl pırıldı. Tabii eskiden naylon poşetler de yoktu. Üç tane bez torbamız olurdu; şeker, pirinç, un için. İçleri boşalınca yıkar, yeniden doldururduk. Valla şimdi öyle değil. Çöpçü yavrum, erkenden temizliyor. Arkadan bir bakıyom, poşetler, çöpler…”
Ayten Hanımlar’ın evine elektrik 1963’te bağlanmış. Daha öncesinde (51’de o eve taşındıklarında) zenginlerin evinde elektrik varmış. Daha da öncesinde, henüz sokaklar elektrikle aydınlatılmazken “sokak lambaları vardı”, diye anlatıyor. “ Her köşede lamba vardı. Akşama doğru üç adam çıkar, lambaları yakardı. Sabah ezanla da söndürürlerdi. Çok telaşlı işti; biri merdiven taşır, biri gaz taşır, Biri de lambaları yakar.”
Yine aynı dönemde evlerde çeşme yokken, mahallede “iki oklu (iki oluklu) çeşmesi” bir de camide tekke yatağının çeşmesinden su doldururlarmış. Sabah işe gittiklerinden, geceden kazanlarla taşırlarmış. Bazı evlerde çeşme olsa da su parası verildiği için çekinir, onlardan almazlarmış. Mahallelerinde kuyu yokmuş, aşağı mahallede tek tük evde varmış yalnızca.
“ilk kez sinemaya ‘Çakıcının filmi’ ne gittim”, diye anlatırken, evlerde televizyonun olmadığı, eğlenmek eyleminin ev içlerinde, hemcinslerle ve tümüyle geleneksel kültür odaklı gerçekleşmesinin çok özel bir alternatifinden söz ediyor olmanın coşkusuyla konuşuyor.
“Kadınlardan, ocaktaki dolmasını satıp sinemaya gidenler olurdu. Üç tane sinema vardı Ada’da: Emek, Zafer, Doğan. Gündüz giderdik, çünkü kadın kısmısı gece sokağa çıkmazdı. Hem yazlık sinema vardı, hem kışlık. Sırf kadın giderdik, erkek yok. Alırdık çerezimizi; patlamış mısır, fıstık, çiğdem, bir de gazoz… Pazar günleri ekseriyet aileler giderdi.”
Bir de tabii İzmir Fuarı var “eğlence” kavramının içinde. Hatta kimi kez “tütünü güzel kırın, sizi fuara götürcez” söylemiyle ödüle dönüştürülen, iyice özendirilen şekliyle. Alana tütüne göçerken zenginlerle fakirler arasında yok olan farkın, İzmir Fuarı’na gitme sıklığında tümüyle açığa çıktığı çok net anlaşılıyor, Ayten Hanım’ın anlattıklarından; “parası olanlar hep giderlerdi fuara!” diyor.
“Çıplaklar’ın otobüsleri vardı İzmir Kuşadası arasında çalışan, bir de Elbirlik otobüsleri. O burunlu otobüslerden. Onlarla gidilirdi. Tabii yolda hep yolcu alıp indirdiği için uzun sürerdi yolculuk; şimdiki gibi değil.”
Elbette “muhacir”ler de var Kuşadası’nda. Ayten Hanım’ın söylediğine göre, Drama’dan, Rumeli’den gelen Muhacirler çoğunluklu Türkmen Mahallesi’ne yerleşmişler. Kuşadası’nın yerlileriyle aralarında bir sorun olmadığını, birbirlerini sevdiklerini söylese de Kuşadası’nda o dönem var olan üç büyük mahalleye ilişkin, dillere tekerleme olmuş tanımlama, bu konuda biraz kuşku yaratıyor:
Türkmen eşek,
Kaleiçi köçek,
Marış çiçek.
Diğerlerinin nedenlerini pek bilmiyor ama, Marış denen yaşadıkları mahalleye (şimdiki adıyla Camiatik Mahallesi) “çiçek” yakıştırması, Kuşadası’nın ilk kurulan mahallesi olmasından, mahalle halkının yerli olmasından, güzel konuşan, izzet ikram biliyor olmalarından kaynaklandığını söylüyor. Giritlilerin yaşamlarına kattıkları bir değer olarak da ekin otu dışında, doğada yetişen tüm otlarla yemek yapılabildiğini öğrenmek ve uygulamak olduğunu belirtiyor.
Sevgili Ayten Altunsoy yetmiş yedi yaşında ve hala 1951’de anne babasıyla yerleştiği, 1953’te evlendikten sonra da yaşamayı sürdürdüğü ve beş çocuğunu büyüttüğü evinde yaşamını sürdürüyor. Evi, aynı yapıldığı tarihte çok beğenilen, herkesin model aldığı “Cennet Pansiyon” olarak da hizmet veriyor. Yolu buralara düşenler, KUAKMER (Kuşadası Arabul Kültür merkezi) ziyareti sonrası Cennet Pansiyon’a uğrayıp, Ayten Hanım’ın bir kahvesini içmeli ve o güzel sohbetini dinlemeli. Hele ki bayrama denk gelmişse bu ziyaret, ille de “kalbura bastı”sının tadına varılmalı!
Röportaj ve derleme: Melek – Şefik Sözer
Ağustos 2015