(MEHMET MUMCU İLE KRALIN YERİ’NDE)
1970’lerin ikinci yarısı. Ortaokul öğrencisiyim. O zamanlar benimki gibi orta halli ailelerin tek eğlencesi, İstiklal Marşıyla başlayıp biten, siyah beyaz, tek kanal yayın yapan televizyonun karşısında olmaktı. Üstelik henüz her evde de yoktu. O yüzden özellikle cumartesi akşamları televizyon olan evlerde toplanılırdı. Çünkü ünlü şarkıcıların çıktığı eğlence programları sadece cumartesi akşamları yayınlanırdı. Ev sahibine eziyet tarafı pek düşünülmez, o siyah beyaz ekrandan alınan keyifle sıradan yaşamlar epeyce renklenirdi.
Eğlence konusunda bir de biz İzmirlilerin “İzmir Enternasyonal Fuarı” ayrıcalığımız vardı. İzmir’in orta yerindeki o kocaman park her yıl 20 Temmuz’da açılır ve bir ay süresince ziyaretçilerine birbirinden değişik pek çok keyifli an yaşatırdı. Aile çay bahçelerinde semaverde demlenmiş çaylar, limonatalar, Cincibir gazozları içilir, rengârenk ışıklarıyla lunapark yetişkinleri de çocuklaştırır, ünlülerin sahne aldığı gazinolar tıklım tıklım dolardı.
Gazinolar çok özeldi. Çünkü bizlere, her cumartesi akşamı televizyon ekranlarında izlediğimiz ünlüleri ete kemiğe bürünmüş olarak görebilme şansı tanıyorlardı. Hem de özel sahne kostümleriyle ve renkli ışıklar altında, kendilerini izleyenlere bir rüya yaşatırcasına. Üstelik de o dönem için son derece uygun fiyatlı bir bilet karşılığında.
Malum, alışverişlerin yüz yüze ve nakitle yapıldığı bir dönem. Gazinonun önündeki bilet gişesi çalışanı uzun kuyruklar oluşturan müşterilere bilet kesip para alıyor. Kuyruktakiler aceleci , bir an önce gazinoya girip programı en başından izleme telaşındalar. Gerçi ilk sırada uvertür şarkıcılar sahne alıyor, ama olsun. Üstelik ne kadar çabuk girilirse sahneye o kadar yakın bir sıraya oturulabilir. Zaten en önemli kısım da bu: sahneye olabildiğince yakın olmak, sahnedeki ünlüyle göz teması kurabilmek. O yüzdendir ki gazino programından saatler öncesinde gişe kuyruğu oluşmaya başlardı. Hele kadınlar matinesi tercih edilmişse…
Sabahın ilk ışıklarıyla başlayan troleybüs seferlerinin ilkine binmek zorundaydı kadınlar; ayakta uyuklayan çocukları ve içleri yiyecek dolu çantaları toparlamaya çalışarak. Henüz uyku mahmurluğunu üzerinden atamamış şoförün “Allah akıl fikir versin!” bakışlarına hiç aldırmadan bindikleri troleybüsün ilk yolcuları olarak, bir an önce fuar kapısına ulaşma telaşında olurlardı. Öğlen 12 00’de başlayacak matine için sabah 08 00’ da açılan gişeye, önünde fazla kuyruk oluşmadan varmak gerekirdi ki ilk üç sırada yer bulunabilsin. Bu çaba başarıya ulaşıp o birbirine bağlı tahta sandalyelere oturulduğunda yaşanan mutluluk yüzlere yansırdı. Program başlayana dek geçecek dört saat, elden ele dolaşan dolmaların, köftelerin, böreklerin lezzetiyle su gibi akıverirdi.
Derken, o renkli rüya başlardı.
Ben bu rüyayı birkaç kez gördüm. Pek çok ünlüyü ilk üç sıradaki sandalyelerden birinde, hem de onlarla göz teması kurarak izledim. Ancak hiçbiri Zeki Müren kadar etkileyici olmamıştı. Onun sahnesi bir rüyaya dalmanın ötesinde başka bir dünyaya geçmek gibiydi. Bir karış yüksekliğindeki platformlu lame çizmeleri, her biri sahne ışıklarını ayrı yansıtan boncuklar, payetlerle süslü mini şortu, kollarını kaldırdığında pelerin gibi açılan tuniği, takıları, saçları, makyajı ve elbette o muhteşem sesiyle gazinodaki herkesi alır, o başka dünyaya götürürdü Zeki Müren.
Bir keresinde kostüm değiştirmek için kulise gitmeden önce, giyeceği kostümü şöyle tanıtmıştı: “Kıymetli seyircilerim, şimdi karşınıza yepyeni bir kostümle geleceğim ve sahneye çıktığım anda her tarafta pır pır pır pır rengârenk kelebekler uçuşacak”. Az sonra yeniden sahneye geldiğinde gerçekten gözlerimizi kamaştıracak, başımızı döndürecek kadar çok sayıda kelebek tüm gazinonun içine doluvermişti. Öylesine şıkırtılı bir kostüm vardı üzerinde.
Program bitip sahne ışıkları söndüğünde, evlerimizdeki siyah beyaz televizyon ekranlarına dönmek hiç de hoş olmazdı. Artık kararmaya yüz tutmuş günün eğlence yorgunu olarak dönüş yolunda bindiğimiz troleybüste, program boyunca gözlerinin içine içine bakmaya çalıştığım ünlüleri düşünürdüm. Onların hep sahne ışıkları altındaymışçasına yaşadıkları bir hayatları olmalıydı illa ki! Merak ederdim, evlerindeyken nasıl giyinirlerdi? Misal, Zeki Müren’ in ev terlikleri de lame ve topuklu muydu? Hayatları hep eğlenceli olmalıydı; sahneler, ışıklar, yeni kostümler…
Öyle miydi acaba?
Yıllar sonra Zeki Müren’i konuşacaktık Mehmet Mumcu’yla; nam ı diğer Kral Memet’le.
“Zeki Müren fuarda programını bitirir, Kralın Yeri’ ne gelirdi. Çok başkaydı. Sanat bakımından, insanlık bakımından, ondan iyisini görmedim. İki gün hiç uyumadan içtiğimiz oldu. Çok yakındık. Hastalanıp İzmir’e götürülmüştü. Hastalıktan kalktıktan sonra aradı, son bestemi söyleyeyim, hatıra kalsın, belki bir daha görüşemeyiz, dedi. Tam kırk beş dakikalık bir eser: Kahır Mektubu. Öyle radyoda çalınan kadar kısa değildi o şarkı.”
Sahneye çıktığında her tarafta pır pır kelebekler uçuşturan, izleyenleri âdeta büyüleyen, erişilmez bir dünyaya ait olduğunu düşündüğüm koskoca Zeki Müren, o zamanlar turistik olmaya çalışan küçük bir sahil kasabası niteliğindeki Kuşadası’nda, Halk Kütüphanesi Sokağının hemen köşesinde bir mekânı mesken tutarmış meğerse: Kralın Yeri.
Yaşıtım pek çok Kuşadalının iyi bildiği, Kuşadası’ nın en seçkin eğlence ortamı olarak anılarında güzelliklerle yer almış bu mekân artık yok. Ancak “Bir daha öyle bir yer açılmadı” serzenişiyle hâlâ konuşuluyor. 1974 – 1990 yılları arasında sadece Kuşadası’nda değil, bölgede nam salmış; dönemin en ünlü sanatçılarının adeta sığınağı olmuş Kralın Yeri. Dolayısıyla içinde acılı tatlılı, şarkılı, danslı, bolca alkollü olmasına karşın oldukça nezih, çok keyifli hikâyeler biriktirmiş.
Merak bu ya!… Mehmet Mumcu’dan “Kral Memet”e giden süreçte neler yaşanmış, Mehmet Bey kral tahtını nasıl yapmış, yıllardır Kuşadalıların gönlündeki tahttan inmemeyi nasıl başarmış? Biz sorduk, o anlattı.
Adım Mehmet Bahadır Mumcu
1952 yılında Camiatik Mahallesi, Altın Sokak’ta, Adalıoğlu Ailesinin evinin tam karşısındaki evde Mehmet Sabri (Mumcu) Bey ile Muzaffer Hanım’ın ilk erkek çocukları dünyaya gelir. Adını Mehmet Bahadır koyarlar. Aile geleneği, ilk doğan erkek çocuğun adının “Mehmet” ile başlamasını şart koşmuştur. “Mumcu” soyadı ise dört kuşak öncesinden, saray ve camiler için mum döken büyük büyük dedenin mesleğine atfen alınır.
“Bir ara Mavi Köşk denilen yer Müsellim Konağıymış. (1) Dedem ve babası orda mum dökerlemiş. Sarayda ve ramazan ayında camilerde devamlı yakıldığı için öyle ufacık değilmiş tabii mumlar. Bir muma anca dört kişi kaldırabiliyomuş.”
Mehmet Bey’in doğduğu ev, babasının askerlik dönüşü yaptırdığı evdir.
“Babam o eve, Yanıklık denilen yerdeki yıkık kilisenin taşlarından çekip yapmış. Ev altı sırf o kilisenin kayrak taşlarından döşelidi. Gerçi sonradan üstüne beton dökmüşler.”
1949 yılında evlenen çift bu eve yerleşir. Her ikisi de Kuşadası’ nın en eski ailelerinin çocuklarıdır.
“Annem Erdoğan Öven’in ablasıdır. ‘Mısırlılar’ diye bilinirler. O da neden? Annemin babası askerliğini sıhhiye onbaşısı olarak yapmış. Mısır’a gidip gelirmiş. O zamanlar devlet sıhhiye askerlerine güzel maaş veriyormuş.”
Mumcu çifti 1990, 1991 yıllarında art arda vefat edene dek o evde yaşarlar. 1950 yılında ilk çocukları Cemile doğar. Ardından Mehmet Bahadır, sonra da ikinci oğul İsmail katılır aileye. Kızları evlenme çağına geldiğinde bahçeye küçük bir ev daha yaparlar. Eski, bahçeli evlerin, yeni katılanlarla birlikte tüm aileyi kucaklayan ferahlığını uzun yıllar yaşarlar. Mehmet Bey de 1981 yılında evleninceye dek doğduğu evde yaşamını sürdürür. Ancak o mahalledeki pek çok ev gibi, ilk sahiplerinin ardından değişen koşulların tozu dumanına karışıverir elbette Mumcuların evi de.
“Ferruh (Adalıoğlu) Abilerin evinin tam karşısındaydı evimiz. İki kapısı vardı: Altın Sokak’taki kapı ve Düriye’nin (Sarayköylü) evinin yanındaki Hasan Kaptan çıkmazına açılan kapı. Yaşlılar bizim bahçeyi sokak olarak kullanıladı. Tabii kapılarda kilit falan yok. Hırsızlık nedir, bilmezdik ki!
Komşularımızın çoğu 1800’lerin başında Maraş’tan gelmiş aileler. Yani Bektaşi Mahallesi bizimki. Cevraki mezarlığı diye söyleniyo şimdi, orası Bektaşi mezarlığıdır. Bi de Kuşadası’ndaki son Bektaşi Faiz Bey diye bilinir ama o İzmir’e göçtüdü. Burada kalan Barboroslardır son Bektaşiler.”
Sözlerini keyifli bir gülüşle kesiyor ve ekliyor:
“Biz çocukken Maraşlıyız, derdik, ama Maraş’ın ne demek olduğunu bilmiyoz. E çocuğuz, Maraş’ı yüksek bir mevki sanıyoz; mareşal gibi.”
Yaşananlar Her Daim Çocuklar İçin Zor
Kendilerini mareşal sansalar da hiç de bu makamın gerektirdiği gibi yaşamadıkları gerçeğiyle mart ayında fidanların ekilip tütünlerin dikildiği tarlalarda çalışırken yüzleşir, o dönemin Kuşadalı çocukları.
“Belkoop’tan mezarlığa inen yer, İkioklu’nun fidan ekme yeridi. Bi de Cephaneliğin arkasına ekilirdi fidanlar. Herkes fidanını eker, tütününü diker. Eylül ayı geldiğinde de tütünler toplanır, kırılır, bir taraftan da zeytin dipleri açılırdı. Buğday yetiştirilirdi. Bostan yapılırdı.”
Baba Sabri Mumcu berberdir. Mumcu Berber Dükkânı o dönemde Kuşadası’nın namlı mekânlarından biridir. Çünkü berber demek aynı zamanda dişçi, sünnetçi, baytar, hacamat yapan, kurdeşen tedavi eden kişi demektir. Ayrıca da bir asırlık Kuşadası Belediye Bandosu’nun ilk kontrbas elemanıdır Sabri Bey.
Demokrat Parti’nin iktidara geldiği, ülkenin her köşesinde olduğu gibi, Kuşadası’nda da DP – CHP kutuplaşmasının giderek keskinleştiği dönemin başında, 1950 yılında muhtar seçilir. 1959 yılında da Belediye Başkanı olur. Ancak başkanlık dönemi çok kısa sürer. 60 İhtilalinde görevden alınır ve Aydın Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanır. Hüküm giymediği gibi, belediyeden iki yüz seksen lira alacaklı olduğu ortaya çıkar. DP İlçe Başkanı Kâzım Muşti bir ay kadar hapis yatar. En uzun hapis cezası Şevki Hasırcı’ya verilir.
Henüz küçük bir çocukken babasının yaşadıklarına, ailesinin geçirdiği zor günlere tanık olmanın üzüntüsü ve öfkesi, o dönemi anlatırken sesine ve yüzüne yansıyor Mehmet Bey’in.
“Babam, belediyeye yüz otuz beş tane tapu bıraktım, derdi. Sinan’ın Bahçesi diye bilinen yeri (şimdi kent meydanı inşası yapılan yer, Hanım Camii, Kale Kapısı ve Yucca Restaurant’ın bulunduğu alan) babam kamulaştırdı. İlk kapalı pazar yerini yaptı orda. Güvercin Ada’nın tapusu babamın zamanında belediyeye geçti. Kervansaray için Vakıflarla pazarlık yapılıyo, altmış beş bin liraya anlaşılıyo, ama ihtilal olunca alamıyolar. Bi de şimdiye bak! Herkes, her şeyi satıyo!
Ben siyasete sevmem. Ama bak, Lütfi o kadar solcudur, benim babam sağcı; gelir, babamdan ders alırdı.”
Dedik ya, yaşananlar her daim çocuklar için zor. 50’li, 60’lı yılların yetişkinlerini çoğunlukla sağduyudan uzaklaştıran, birbirine düşman ettiren olaylar, o dönemin çocuklarında izleri hiç silinmeyecek travmalar yaratmış elbette. Her iki tarafın çocukları da doğaldır ki kendi kahramanları olan babalarının gözüyle bakar olmuşlar yaşanmışlıklara. Bütün babalar haklıymışlar ve birileri onlara haksızlık etmiş. Acaba yeterince sorulmamış mı, bütün babaların hakkı yenmişse bu haksızlığı yaratan bir başka “baba” mı var, diye. Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, çocukların öfkelerinin bir türlü dinmemesi bu yüzden miymiş acaba?
Kim bilir?
Anamdan Çok Dayak Yedim
Çocuğun nasıl yetiştirilmesi gerektiği konusunda bir uzman, bir kaynak, bir araştırmaya henüz gereksinim duyulmayıp “Dayak cennetten çıkmadır.” atasözünün izinde, annelerin süpürge ve terlik darbeleriyle eğitim verdiği dönemin çocuklarıyız biz. Çoğu kez de bu darbeleri yeğ tutardık; “Bak valla babana söylerim!” tehdidiyle karşılaştığımızda. Üstüne bir de “Eti senin, kemiği benim.” diyerek okula yazdırılır, bizi bakışlarıyla bile dövebilen kimi öğretmenlere teslim edilirdik. Ancak yine de kolluk kuvvetlerinin acımasız darbeleriyle terbiye edilmeye çalışılan günümüz gençliği kadar acı çekmediğimizi söylemek gerekir.
Mehmet Mumcu da çocukken en çok annesinin terbiye edici şiddetinden nasibini alan çocuklardan.
“Ama tütün tarlasında babamdan yediğim dayağı hiç unutamam. İhtilalden sonra ilk tütün ekiyoz. Sekiz, dokuz yaşlarındayım. Ablam da benden iki yaş büyük. Emin Dayı’nın tarlasını icar tutuyoz. Tütüncülükte ilk çıkan yapraklar kötüdür; tütünün kalitesini düşürür. Babam çok titizdi, o yaprakları ayıklardı. O gün ablamla bana dedi ki yüz karık temizlenecek.
Tarlalarda akrebin küçüğü bir böcek vardır, camdan böceği denir. Toprağı un gibi yapar. Üstünden geçen karıncalar içine düşerler, çıkamazlar. Böcek de onları yer. Biz ablamla karınca bulduk, ipe bağladık, oynuyoz. Hiç fark etmemişik, akşam olmuş. Babam geldi. Hani temizledikleriniz? Adam ihtilal geçirmiş, berberlik yapıyo, kıt kanaat geçiniyoz. O öfkeyle sopayı gaptığı gibi bi dayak bana! Üst tarafta Aynalı Bediagil vardı. Türkçe bilmez. Babam bana vurdukça gadın Rumca veriyo küfüre! Ben düşüp kalmışım. Bedia Abla kucaklayıp kaldırdıdı beni.”
Oysa Cemile Abla hiç dayak yememiş, annesinden de babasından da.
Bir de her gün değişik gerekçelerle öğrencilerini döven Avni (Çakır) Öğretmen var, dayak anıları arasında.
“Her gün dayak atıyodu adam. Sömestre karneleri aldığımız gün gittim yanına, ‘Bak hocam’ dedim, ‘bi daha döversen valla billa okula gelmicem.’ O oldu, ikinci dönem bi fiske bile vurmadı.”
Çocuk Para Kazanmayı Öğrenince Okumaz
Mehmet Mumcu mahalleli yaşıtları gibi ilkokul eğitimini 7 Eylül İlkokulunda tamamlar. İlkokul yıllarında her iki okuldan (Mahmut Esat bozkurt İlkokulu) seçilen öğrencilerden oluşan Mehter Takımında görev alır.
“Fenerci Halil Abi (fenercilik yapardı, onun için lakabı Fenerciydi), şimdi çok meşhur olan İzmir Marşı’nı o zaman öğrettidi bize. Notaları hâlâ aklımdadır.”
İlkokul Öğrencilerinden oluşan mehter takımı o dönem için Kuşadası’nda Belediye Bandosu’ndan sonraki en önemli oluşumdur. Hatta 1960’ların başında gemiyle Kuşadası’na gelen İngiltere Kraliçesi’ni limanda bando ve Mehmet Savran Hoca yönetimindeki mehter takımı karşılar.
“Turizm ofisinin arkasında Arap Rıza’nın deposu vardı. Oradan bi amfora alıp kraliçeye hediye ettidiler. Kraliçenin rehberliğini Cevat Şakir yaptıdı. Ada’dadı o zamanlar. Türkiye’nin ilk rehberlerinden biri. Çok kültürlü, çok ileri görüşlü bi adamdı.”
Mehmet Bey ilkokul eğitiminin ardından Kaya Aldoğan Ortaokulu’na devam eder. Henüz Kuşadası’nda lisenin olmadığı yıllardır. Sabri Mumcu oğlunun okumasını çok ister.
“Kendisi ilkokul üçten kaçma. İki sene eski Türkçe okumuş, bir sene de yeni Türkçe. İkisile de okuyup yazabilirdi. Askerdeyken ilkokul diploması almış. Çok meraklıdı okumaya. Şu kadarcık kâğıt bulsun yerde, alıp okurdu. Reşat Nuri Güntekin’in bütün eski Türkçe romanlarına okumuştu. O romanları sonra, üç ayda eski Türkçeyi öğrenen Ulvi Adalıoğlu istemiş. Babam da hepsini ona, Amerika’ya gönderdi. Hatta kalın bir rüya tabirleri kitabı vardı, eski Türkçe yazılmış. Babam vasiyet etmişti, onu da Ulvi Adalıoğlu’ na gönderin diye.”
Sabri Bey okuma merakı ve azmini oğlu Mehmet’in sürdürmesini çok ister istemesine, ancak şunun da farkındadır ve sıklıkla dile getirir: “Bir çocuk para kazanmayı öğrenince okumaz!”
Tam da böyle olur. Mehmet Bey ortaokul eğitimini tamamladığı yıl Fransız Tatil Köyü’nde işe girer.
“O zamanlar İtalyanlar işletiyordu orayı. Maaşlarımızı emekli sandığından alırdık. Sonra Fransızlara geçti. İşe başladığımda önce orta temizlikçilik yaptım. Tabii çocuğuz daha, yabancı lisan yok.
Servis personeli İzmir’den gelmişti. Fransızlarla geçinemediler. Öyle olunca Orhan Eryiğit şef oldu. Ben, Mahmut (soyadı aklıma gelmedi) bi de Emin Aktan, üç Adalı, Güzelçamlı’dan çobanları topladık, servise soktuk onları.
Orhan Eryiğit’in esas mesleği tabaklıktı. Orduya deri yaparladı. Ancak 1962’de tabakhaneciler iflas ettiler. İki sezon birlikte çalıştık Orhan’la. Çok iyi idareciydi. Ölesiye kadar da kopmadı arkadaşlığımız. Allah rahmet eylesin.”
İki yıl süresince Fransız Tatil Köyü’nde para kazanmayı, yanı sıra da Fransızcayı öğrenen Mehmet Bey, annesi “Ben Fransızlar için doğurmadım seni.” diyerek orada çalışmasını istemeyince ne yapacağını bilemez. Derken, Erdoğan İstanköylü yetişir imdada. İzmir’de açılan Otelcilik Eğitim Merkezi’nden söz eder Sabri Bey’e. Sınavla aldığı öğrencilere yatılı eğitim vermektedir merkez. Dokuz ay mutfak, altı ay servis.
“Gider min, dedi babam, giderim dedim. Zaten Fransız Tatil Köyü’nden çıktığım için tercihan aldılar beni.”
Böylece Mehmet Bey’in OTEM (Otelcilik Eğitim Merkezi) eğitim süreci başlar. Bu süreç, oğlunun okumasını çok isteyen baba Sabri Mumcu için de bir teselli gibidir. Okulda Kuşadalı Mehmet Gülenç ve sevgili dostumuz İbrahim Bağcivan’la sınıf arkadaşı olurlar.
“İbrahim sonradan yükseğine gitti. Onun derdi okumaktı, benimki ticaret; nasıl para kazanırız?”
OTEM süreci Mehmet Bey için oldukça keyifli geçer. Ona göre eğitimin en güzel yanı öğlen 12 00 sonrasında Büyük Efes Oteli’nde gerçekleştirilen uygulamalı eğitimdir. Üstelik kendisinden başka dört Kuşadalıyla (Dayıoğulları Çetin Öven, Hasan Öven ve Rıza Eriş ile Aydın Bey’in oğlu Mesut Falay) serviste çalışmaları yabancılık ve yalnızlık çekmemesine de güzel bir katkı olur.
“Çok iyi bir eğitim almıştık. Servis öncesinde mutlaka kontrol oludu. Tırnaklar, eller, hatta ayakkabılar çıkarılıp ayaklar bile kontrol edilidi. Tertemiz, traşlı, bakımlı olmak zorundaydık.
Bir de günün spesiyal yemeğini yabancı bir lisanda anlatmak mecburiyeti vardı. Ben İngilizce ve Fransızca anlatırdım.”
OTEM’den Kâzım Usta Restoran’a
OTEM eğitimi başarıyla tamamlandıktan sonra Kuşadası’ na geri döner Mehmet Bey. Artık eğitimli, üstelik iki yabancı dil bilen bir servis elemanıdır.
Turizmin yeni yeni gelişmeye başladığı o dönemde, Kuşadası sahilindeki ünlü Toros Restoran’ın yanında yeni bir restoran binası daha yapılmaya başlanmıştır. Açıldıktan sonra “Kâzım Usta Restoran” adıyla bugüne dek başarılı bir şekilde varlığını sürdürecek olan bu restoran, henüz camı çerçevesi takılma aşamasındayken Mehmet Bey’i kadrosuna alır.
Yerleşik ve iyi tanınan bir restoranın yanında var olmak ve tanınmak oldukça güç olmuştur başlarda. Ancak yabancı dil bilen, eğitimli bir servis elemanının varlığı tanınma sürecini hızlandırmış; Kâzım Usta, kısa sürede özellikle yabancı müşterilerin tercih ettikleri bir restoran olmuştur.
“Ama o zamanlar esas para Aydın’ ın, Söke’nin ağalarındadı. Ben ilk Ahmet (Çiftçi) Amca’yı tavladım. Geçenlerde öldü, Allah rahmet eylesin.
Halil Orhon Türkiye’nin en büyük sanayicilerinden biriydi. (Sökeli Kocagöz Ailesi’nden Vesile Hanım ve eczacı Suat Orhon’un oğlu.)
Hepsi de önce Kâzım Usta’nın, sonra da Kralın Yeri’nin müşterileri oldular.”
Komutanla Rakı Pazarlığı
1972 yılında askerlik dönemi başlayınca yirmi aylık bir zaman dilimi girer Mehmet Bey ile Kâzım Usta Restoran arasına. Restoranın bir numaralı servis elemanı artık Deniz Kuvvet Komutanının postasıdır. Altın Yıldız marka yünlü kumaştan dikilmiş afili üniforması, boynundaki şık papyonuyla Ankara’nın Çankaya semtinde sıra dışı bir askerlik dönemi başlar Mehmet Bey için.
Bir gün Amerikan Milli Savunma Bakanı adına verilecek özel davet için komutan köşküne Ege’den bol miktarda balık gelir.
“Baktım ayıklanmamışlar, ayıklayıverem dedim. Üstümde takım elbise. ‘Anlar mısın bu işten?’ diye sordular. ‘Kuşadalıyım, nası anlamam?’ dedim, giriştim işe. Koca koca sinaritler. Hepsini temizledim. Yumurtaları, ciğerleri, barsakları ayrı ayrı koyuyom. Emir astsubayı geldi, ‘N’olcak bunlar? diye sordu. ‘Valla efendim’, dedim, ‘bunlarla çok güzel rakı içilir.’ Ters ters baktı bana. Sonra balıkları gösterdi, ‘Nasıl yapcan bunları?’ diye sordu. Bunların şişi olur, buğulaması olur, kellelerden çorba olur… diye saymaya başlayınca, ‘Alcasın bunları, doğru köşke götürcesin, sen pişircesin.’ dedi.
Aldım balıkları köşke gittim, hepsini hazırladım ama turşum çıktı. Bir ara komutanın hanımı yanıma geldi, ağzının yaya yaya ‘Mayonez yapmışın evladım, yumurtaları kırmadan önce iyice sabunladın mı?’ diye sordu. Eyvah dedim, tam yerine gelmişik.”
Memleketinin bulunduğu denizden çıkıp gelmiş balıklarla bir parça memleket özlemi gideren Mehmet Bey, günün sonunda yüksek rütbeli askerlerin ihtişamlı yemek masasını ellerinin lezzetiyle donatır ve komutanın eşinin hayret dolu bakışları altında sayısız teşekkür alır. Hatta teşekkürle de kalınmaz, köşkün mutfağında çalışması için de teklif getirilir; ayda bir yetmişlik Altınbaş Rakı sözü verilerek hem de.
“Valla dedim, ben hastalıklıyım. Tansiyonum, şekerim var. Karargâha gitmek istiyom. Değil bir, on şişe Altınbaş verseler de kalmam orda. Arada ziyafetlere geliverem dedim.”
Komutan ve eşi köşkte kalması için ikna edemedikleri Mehmet Bey’in ziyafet olduğunda gelmesi konusunda ikna olmuşlar sonunda. Ancak her ziyafete gidiş bir yetmişlik Altınbaş’a, memnun kalındığında da ikinci yetmişliğe mal olmuş onlara.
“O zaman” diyor, “memlekette sadece Altınbaş, Kulüp ve Yeni Rakı var; köşkte de sadece Altınbaş.”
Yeniden Kâzım Usta Restoran
Deniz Kuvvetleri Komutanı Postası olarak giydiği o şık üniformanın üzerine mutfak önlüğü bağlayıp hazırladığı leziz köşk sofraları dillere destan olmuşken yirmi ay geçiverir. Sofraya gelen mezelerin lezzeti komutanın eşine, mayonez yaparken yumurtaları iyice sabunladı mı acaba, sorusunu çoktan unutturmuştur elbette. Bu terhisle birlikte hanımefendinin payına düşen de mutfakta yaratılan mucizenin sonuna gelindiğine üzülmek olmuştur.
Böylece Mehmet Bey elinde tezkeresiyle 1974 yılının ikinci ayında memleketine, bıraktığı yerden devam etmek üzere Kâzım Usta Restoran’ a geri döner.
Restoran çalışanlarına yeni ve oldukça renkli bir eleman eklenmiştir: Nana.
“Nana seksen yaşlarında bi kadındı. Yaz kış her gün denize girerdi. İtalyan uyruklu bi Ermeni. Kocası eski kaptanlardanmış. Dokuz lisan bilirdi. O zamanlar Kervansaray Fransızlardadı. Galiba oradaki yöneticiler aracı oldu, Kâzım Usta’da çalışmasına. Ama kadın tam tezgâhtardı. Restoranda teşrifatçılık yapardı. Bana İtalyanca ve Rumca öğretti. Mutfağı da iyiydi. Ondan çok çeşitli soslar yapmayı da öğrendim.”
Nana’nın müşteri karşılamadaki başarısına Mehmet Bey’in dört yabancı dilde sipariş alabilme yetisi ve garsonluktaki becerisi de eklenince, Kâzım Usta Restoran giderek daha çok sayıda yabancı müşteri için çekim merkezi olur. Ancak bütün meziyetlerine karşın, birlikte çalıştıkları garsonlardan birinin, evli olduğu gerekçesiyle daha fazla aylık aldığını öğrenince çok sinirlenen Mehmet Bey soluğu İsmail Dirim’in dükkânında alır.
“İsmail Dirim çok iyi bir insandı, ama çok otoriterdi. Onunla kolay kolay kimse çalışamaz. Bi Sıtkı Kayalı çalıştı, bi de ben.
‘Sezonluk elli bin lira, yemen içmen de bana ait.’ dedi. Anlaştık. Elli bin o zaman için bir daire parası. Kahramanlar Caddesi’ndeki dükkân o zamanlar yukarıdaki Barlar Sokağı’na kadar devam ediyodu. Sabah 04 00’da açıyoz dükkânı. Eşyalar ön tarafa sıralanıyo, gece 12 00’a kadar. İsmail Abi her akşam bi 35’lik alırdı, birlikte içerdik.
Tabii ben iki üç ayda bitirdim elli bin lirayı. Alışmışım bol paraya.”
Bu anlatılanları dinleyince rahmetli Sabri Mumcu’ya hak vermemek elde değil: “Bir çocuk para kazanmayı öğrenince okumaz!” Belki bir de şunu eklemek gerek bu kanıya: “Her geçen gün daha çok kazanmak ister, çünkü para harcamanın hazzı da bir tür bağımlılıktır.”
Sezonluk kazanç iki üç ayda tüketilince girilen arayış, yolu yine Kâzım Usta Restoran’ a çıkarır. Dirim’in yanında çalışma sürerken cumartesi – pazar günleri % 10 karşılığı restoran mesaileri de başlar.
“Bütün masaları dolduruyodum. Bir günde tek başıma kırk kilo ıstakoz sattığımı bilirim. Kapalı yerin bitiminden sonra on dört masa benimdi. Çorba tencerelerini götürüp buzları koyuyodum, içine suları, şarapları dolduruyodum. Kaliteli müşterileri kendi tarafıma oturtudum. Tâ mendireğe kadar masa atıyodum.
Kasada Sacit Hoca (Sarıoğlu) vardı. Hesabı alıp cebime kordum. Servis bittiğinde ceplerim para ve adisyon dolu olurdu. Sacit Hoca bi tek bana emniyet ederdi. Çıkarıp kordum önüne. Mesela on iki bin lira ciro yapmışım, burada on üç buçuk var. Bir buçuk bahşiş bırakmışlar. Al oğlum, bunlar senin, derdi.”
Mehmet Bey, restoran müşterisiyle kurduğu içtenlikli iletişim ve servis başarısının oldukça yüklü bahşişlerle karşılık bulduğunu anlatıyor. Bu yüklü bahşişlerden ızgara başındaki Kâzım (Yaşar)Usta’nın payını da asla unutmadığını ekliyor.
“Balık pişirmede üstüne yoktu. İşini keyifle yapardı. Servis bittiğinde bi bardak rakısına doldurur, mezesiynen ufaktan demlenirdi.
Siparişleri aldığım zaman yanına gidip tabağın altına on – on beş lira kordum. İyi paraydı. Benim balıklar tam zamanında, mis gibi çıkardı. O zamanlar şimdiki gibi balık tabakta garnitürlerle birlikte verilmezdi. Garnitürler kusur kapamak içindir. Balık denizden çıktığı gibi, kaşı gözü yerinde koncak tabağa. Bizim usta öyle hazırlardı. E o kadar çok bahşiş alırkene adamın hakkını da ayırcasın.”
Bütün servis süresince ayağında sadece siyah çorapların olduğundan, ayakkabı giymediğinden söz ediyor bir de. “Çünkü ayakkabı ağırlık yapardı”, diyor. Servis bittiğinde o çoraplar hemen çöpe atılırmış. İzmir’den gelen çorapçıdan her keresinde üç beş düzine çorap alarak adamı ihya edermiş.
“Kâzım Usta’nın mutfağından mendireğe, düşün bakem! Koşuyosun bi de servis yaparken. Ayakkabılan çok zordu.”
İşinin ehli bir çalışan olarak bugünden geçmişe baktığında ne çok zorlukla baş etmiş olduklarını, şimdiki kolaylıkların restoran işlerini nasıl da rahatlattığını anlatıyor..
“Şimdi restoranlara her şey hazır geliyor. Üç beş çuval midye gelirdi, tek tek ayıklardık. Bollandığı mayıs, haziran aylarında gasalarlan gelen karidesleri ayıklar, dondururduk. Şimdi öyle mi?”
Kralın Yeri’ne Giden Yol Açılıyor
1974 yılı yaz başıdır. Rehber Aclan Hekimoğlu bir arkadaşıyla birlikte, Kuşadası’nda yeni bir işe girer. Halk Kütüphanesi Sokağı’nın sağ başındaki eski hanı kiralarlar. Biraz çeki düzen verip masa sandalye yerleştirirler. Ancak daha işleri yoluna koyamadan Kıbrıs Çıkartması olur. Aclan Bey’in iş ortağı, böyle bir durumda turist falan gelmez, bu iş de yürümez, diye düşünmüş olmalı ki ortaklıktan çekilir. Bütün yük Aclan Bey’e kalır. Üstelik borçları da vardır. Bir ortak arama telaşı başlar.
“Ben de o zamanlar İsmail Dirim’in yanında çalışıyom. Bir yandan da kış gelince ne yapcam, diye düşünüyom. Derken bir gün amcam geldi, böyle böyle bir durum var, dedi. Gittim konuştum. Ortalıkta masa, sandalye var, başka da bir şey yok. Kafama yattı. Eksik malzemeleri ortaklaşa aldık, açtık mekânı. İki üç masalık bi yer. Ada’ nın gençleri filan geliyo ama yetmez tabii. Aclan’a dedim ki ‘Burası ne sana doyurur arkadaş, ne bana.’ Ben yine Kâzım Usta’ da başlarım, gibi düşünüyom. Aclan da ‘Al senin olsun.’ dedi. Ama borçlar da var. Zaten gazandığımızlan borç ödüyoz.”
Mehmet Mumcu bir yandan hayallerine göre bir mekân yaratacak olmanın heyecanını duyarken diğer yandan nasıl bir borç yükünün altına girmek zorunda olduğunun hesabını yapmaktadır. Durum pek de parlak değildir. Mehmet Selam’a tam otuz bin lira borç olduğunu öğrenir.
“Almışlar almışlar malzemeyi, bir lira bile ödememişler. Ben bu borca anca bir iki senede ödeyebilcem. Memet Selam, Allah rahmet eylesin, ‘ Paran olunca ödersin oğlum.’ dedi. Başladım bin lira, iki bin lira, gazandıkça gidiyom, Memet Abi’ye veriyom.”
Artık yola çıkılmıştır ve geri dönmeyi asla düşünmez Mehmet Mumcu. Yorucu bir çalışma temposu içinde bulur kendini. Eve gitmeye bile zamanı yoktur, bitişiğindeki Halıcı Taner Gürkan’ın dükkânında yatıp kalkmaya başlar.
Şans Bu Ya!
Bir gün onarılacak halıları almak için antika halı tamircileri gelir dükkâna. Ellerinde bir paket vardır. Mehmet Bey merak eder pakette ne olduğunu, sorar. Antika bir kilim olduğunu öğrenir.
“Kilime bi gödüm, nerden baksan iki – üç yüz yıllık, incecik bi şey. Fiyatını sordum, üç – beş bin gibi bi şey dediler. ‘Cebimde bin sekiz yüz lira var, üstüne dört tane de bira vereyim, işinize gelise’, dedim. Anlaştık. Aldım kilime, Taner Abi’nin dükkânına bıraktım.”
Aradan birkaç gün geçer. Halıcı Taner’in dükkânına İstanbul’dan eski halı, kilim toptancıları gelir. Mehmet Bey’in, sıkı pazarlığı dört birayla tamamlayarak satın aldığı kilimi görürler ve sahibiyle görüşmek isterler.
“Çağırıyolar bene. Mutfaktayım, ellerim yağ içinde. ‘Satıyon mu bu kilime?’ diye sordular. ‘Satıyom, elli bin.’ dedim.”
Yine sıkı bir pazarlık sürecinden sonra bin sekiz yüz lira ve dört bira karşılığında alınan kilim, yirmi beş bin liraya satılır.
“Yani hayatta bazen şans da yardım ediyo insana. Aldım parayı, doğru Memet Abi’ye. ‘Milli piyangodan para çıktı.’ dedim. Allah razı olsun, kalan borca da sildi. Eski insanlar böyleydi.”
Bir zamanlar han, sonradan tekel deposu olarak kullanılan; turizmin başlamasıyla birlikte çok sayıda dükkâna bölünüp kiralanan yerde, sonradan “Kral Memet” olarak anılacak Mehmet Mumcu, “Kralın Yeri” efsanesini böylece başlatır. Beş dükkânın birleşiminden oluşan, orta yeri açık mekânda Mehmet Bey, kendi deyimiyle “farklı bir ambians” yaratır. Müzik, eğlence, içki vardır ancak öncelik, gelenlerin huzur içinde eğlenmelerini sağlamaktır.
“Oraya Türk de geliyor, yabancı da. Ama Türkleri ayrı, yabancıları ayrı yerlere oturtmuyodum. Karışık oturup birlikte eğlenirlerdi gelenler. Fransızca şarkı mı söyleniyo, herkes söylerdi. ‘Oy oy Eminem’le Türkler, yabancılar birlikte göbek atarlardı.”
Mehmet Bey bu konuda da yeteneklidir. Kendi elleriyle hazırladığı leziz yemeklerin tadı müşterilerinin damağındayken mutfağından çıkar, 9/8 lik roman havalarının aksak adımlarıyla oyun pistinde yerini alır. Hem de başının üstünde rakıyla dolu bir kadehle.
“Roman havalarının raconudu bu.” diyor.“Güzel oynardım. Dansçılar benden figür öğrenmeye gelirdi.”
İlk yıl yavaştan oluşan samimi ortama amatörce çalınıp söylenen şarkılar eşlik eder. Halk Kütüphanesi’nde çalışan Ali Fırtına’nın (Kuşadalıların çok iyi tanıdığı müzisyen Kör Hüsen –Hüseyin-’in yeğeni) akordeonla çalıp söylediği şarkılara, kardeşi İsmail Mumcu darbukayla, kendisi de tefle katılır.
“Yeni açmışsın mekânı, hemen öyle palazlanamıyorsun tabii. Ali de bazen gelmeyiveridi. E müşteri eğlenmek istiyo. Ferdi Özbeğen o zamanlar Kısmet Otel’de kalıyodu. Çok samimiydik. Akşam yemeğe gelsene, diyodum. Gelince Ali’nin akordeonunu eline verip biz de biraderle darbuka, tef, gayet güzel idare ediyoduk. Ama sonraları en iyi müzisyenleri bulup getimeye başladım. Kolay değil, Zeki Müren’e müzik yapacak adam olması lâzım.”
Pavyon Değil; Huzurlu, Nezih Bir Ortam
Mehmet Mumcu işletmenin müzikli bir yer olmasını özellikle istemiştir. Ancak bir pavyon değil, ailece gelinip rahatça eğlenilecek bir yer olmalıdır. Dolayısıyla ilkeli bir işletme ortamı oluşturur ve bundan asla ödün vermez. İçeride herhangi bir olumsuzluk yaşanmaması için gelenlere seçici davranılır, yalnız gelen erkek müşteriler kesinlikle içeri alınmaz. Bu nedenle kadınlar felekten bir gece çalmak için Kralın Yeri’ni özellikle tercih etmektedirler. Yüz elli kişilik mekânın üçte ikisi genellikle kadın müşterilerden oluşmaktadır.
“İzmir’den gelen bir hostes grubum vardı. On, on beş kişi gelirler, gönüllerince eğlenirlerdi.”
Sevgili dostumuz Gülin Cinalioğlu da işletmenin bu titizliğine bizzat tanık olanlardan. Bir sohbet sırasında, on sekiz, on dokuz yaşlarındayken Güzelçamlı’dan arkadaşlarıyla birlikte eğlenmek için Kralın Yeri’ne rahatlıkla gidebildiklerini, ailelerinin de işletmenin özelliğini bildikleri için herhangi bir kaygı duymadıklarını anlatmıştı.
Ancak zaman zaman sevimsiz olaylar da yaşanmamış değil. Bir akşam üç dört erkek zorla içeri girmek isterler. Mehmet Bey’in kardeşi İsmail Bey engellemeye çalışır.
“Bi baktım, gardeşimi dövüyolar. Gale İçi’ndeki depomdan malzeme getirmek için kullandığımız el arabasını gaptığım gibi giriştim adamlara. Normalde galdıramam o arabayı. İsmail’i dayak yerken görünce nası bi guvvet geldise artık…”
Bir başka akşam da ikisi erkek, biri kız üç müşteri gelir. Kız bir süre sonra gider. Ardından erkekler sağa sola sarkıntılık etmeye başlarlar. Çalışanlar birkaç kez uyarırlar. Ancak sözlü uyarı işe yaramayınca dışarı çıkarılırlar.
“Bizim çocuklar bunları bi güzel patakladıla. Üniversite son sınıf öğrencilerimişle. Biri de Mersin milletvekilinin oğlumuş. Bizden sonra doğru ’29 basamak’a. O zaman garagol Gale Kapısı’nın üstüdü. Garagol demezdik. Yirmi dokuz basamakla çıkıldığı için öyle söylerdik:
Nerdedin?
Yirmi dokuz basamakta.
Ha, garagolda sabahlamışın.”
Yine bir keresinde Kısmet Otel’den geldiği için klas müşteri diye aldıkları yabancı turist, bir süre sonra çevresindekileri rahatsız etmeye başlayınca hemen hesap fişi masasına götürülür ve gitmesi istenir. Ancak müşteri başlar küfretmeye. Bunun üzerine müşteri önce dışarı çıkarılır ve Mehmet Bey’in pek de nazik olmayan davranışlarıyla yüzleşmek zorunda kalır. Hem gönlünce sarkıntılık yapamayıp hem de dayakla mekândan kovulan turist, bunu kendine yediremez, hastaneden darp raporu alır. Neyse ki dönemin yargıcı Şükrü Seçen bir şekilde arayı bulur, iş tatlıya bağlanır.
“Kimler kimler gelirdi.” diye anlatıyor Kral Memet. “Ayhan Işık, Emel Sayın, Bülent Ersoy, Ferdi Özbeğen zaten çok yakın arkadaşımdı. Tiyatrocu Baykal Kent benim garsonumdu. Mihriban Sayın mikrofonsuz çok güzel okurdu. İzmir Radyosu sanatçısıydı. Programı bitince arar, ‘Memet, biz geliyoz, müzisyenler ayrılmasın.’ derdi. Kocası ve o zaman bir yaşında bile yok, bebelerini alıp gelirledi. Yanlarında üç beş tanıdıkları. Çocuğu masanın üstüne yatırılar, bir başlardık şarkılara, sabahın üçü olur. Bunu paralan yaptıramazsın.”
Bir Kıvılcımla Sıfırı Tüketir Kralın Yeri
1976 yılının 6 Haziranında komşu işyerinde çıkan yangın büyüyünce Kralın yeri yanar, biter, kül olur.
“Öyle bi yangın ki sıfıra tükettik. Gittim, Gayret Salih’ten ciğer aldım. Arnavut ciğeri yaptırdım, rakımı da açtım, otudum galdırıma, içiyom. ‘Kral delirdi.’ demişler.”
Önemsenmeyecek bir olay değildir yaşanan. Çarşı esnafı üzgündür. Hele yangın yerinin kaldırımında oturup hiç bir şey olmamış gibi içki içen Kral Memet bütün esnafı telaşlandırır. Bir şey yapmak gerek düşüncesiyle toplanır esnaf komşular. İçlerinde en çok sözü geçen Mehmet Sarıoğlu (Mandıra Memet), gönlünüzden ne koparsa diyerek para toplar, “Verenlerin ismi bende yazılı, mekânı toparlayınca hepsine ödersin.”, diyerek parayı Mehmet Bey’ e verir.
“Elbirlik’ten Rauf Amca geldi, ‘Merak etme, on beş günde toparlarız.’ dedi. O kadar bekleyemem, yaz ortası. Önce Arabacı Kadir’i çağırdım. At arabasıynan on altı araba moloz çıktı. Sonra gittim Söke’ye. Ne kadar hasır buldusam aldım. Bira gasaları, birkaç tane sini, Topal Memet’ten bin lira taksitle bi buzdolabı, balıkhaneden kalamarlar, karidesler…Derkene ertesi gün mekânı açtım. Devam! Durmucasın hayatta.”
Böylesine bir inanç ve inatla Kral Memet esnaf komşularına borçlandığı parayı on gün geçmeden toparlar. Doğru Mandıra Memet’in yanına gider. Parayı vermek istediğinde hiç ummadığı bir karşılık alır: “Ben o gadan akıllımım, o isimleri tek tek yazcam? Yürü git işinin başına!”
Bunları anlatırken yine duygulanıyor Mehmet Bey ve ekliyor: “Öyleydi o vakit, çarşı esnafı birbirini kollardı.”
Krala Bir Kraliçe Gerek
Kuşadası’nda eğlence dünyasının kralı olarak tescillenen Mehmet Mumcu, bir aile kurma konusunda pek de aceleci davranmamış görünüyor. “Zaten” diyor, “beni pek alacak yoktu. Gece hayatı olan bi adamım sonuçta.” Ancak çöpleri çatma konusunda uzmanlaşmış komşuların kolay vazgeçeceği bir durum değildir bu. Titizlikle yapılan araştırmalar sonunda iğneci Gülsüm Hanım’ın yeğeni Ayhan ile Mehmet Mumcu’nun çöpleri çatılır. 1981 yılında iki genç evlenirler. Önce kızları Nilüfer Muzaffer dünyaya gelir, ardından oğulları Harun.
Önceleri pek olur gibi gelmemiş de olsa dünürcülerin çabalarının sonuçlarından hoşnut kalır Mehmet Bey. İşiyle aile yaşamını bir arada yürütmek çok kolay değildir ama kendi evinde, gelmesini bekleyen bir eşi ve çocuklarının olması onu mutlu etmektedir.
“Eve gelirken mutlaka sevdikleri bir şeyler getirirdim. Oturuduk çoluk çocuk. Ben bi tek rakı daha içerdim. Ev yemeğini çok severim.”
Nilüfer Muzaffer Sıtkı Koçman Üniversitesi’ni bitirir. Yaşamını İrlanda’da sürdürmektedir. Harun ise Akdeniz Üniversitesi’ni bitirdikten sonra Kuşadası’nda yaşamayı seçmiştir. Her ikisinin alanı da turizmdir.
Bir Gün Kral Tahtını Bırakır
Pazar alışverişinden aşçılığına, bazen garsonluğundan müzisyenliğine, dansçılığına dek işletmenin her alanındaki becerileriyle rakipsizliğini kanıtlayan Kral Memet, 1990’lı yıllarda Kuşadası’nda betonlaşma artıp turizm sektörünün kalitesinde düşüş başlayınca der ki:
“Ben gaçıyom.”
Böylece Kral, yiyecek içeceğe kadar işletmedeki her şeyi çalışanlara bırakarak tahtından feragat eder. Çalışanlar ise işletmecilikte bir “kral” mantığına ve becerisine sahip olamadıkları için işi sürdüremezler. Böylece antika eşyalarla donatılmış, duvarları müşterilerin kömürle yazdıkları sözlerle sıvalı Kralın Yeri; Kral Memet’in büyük bir özenle hazırladığı mezeler, amatöründen profesyoneline müzisyenlerin çalıp seslendirdiği şarkılar, gece yarısı sahne alan dansözlerle Kuşadası’nda bir dönemin efsanesi olarak anılarda yerini alır. Kral Memet ise “âlemin kralı” olmakla birlikte, Kral kibrinden çok uzak tavırlarıyla gönüllerde kurduğu tahta sonsuza dek yerleşir. O yüzdendir, Zeki Müren’in bir türlü o masalardan kalkmak istememiş olması.
Dertliyim efkârlıyım
Gönlüm yine tasada
Unutmak istiyorum
Kendimi bu masada
O yüzdendir, kahır dolu son mektubunu önce Kral Memet’ e göndermesi.
Artık Yayla Köy dönemi başlar Kral Memet için. Henüz yağmaya uğramamış o dönemin doğal ortamında yeni bir efsane yaratır Mehmet Mumcu. Topladıkları eşek helvası, arap saçı, mantarlarla birbirinden lezzetli mezeler yapmaya başlar. Kavanozlar dolusu turşular kurar. Didimli balıkçıların getirdiği balıkları, sübyeleri, ahtapotları kuzinesinde pişirir.
“Yedi masam vardı. Öğlen Söke’den ağır ceza hâkimleri falan gelidi. Sanayiden akşamüstü müşterilerim oludu. Ne bulurlasa onu yirdiler. Öyle adisyon falan yok. İki kişilik ya da dört kişilik ortaya koyuyom; keçi peyniri, haşlanmış patates, yumurta, tuzlu sardalye, yeşillik, bi ufak rakı elli lira. Dört kişilik olursa börek falan ekliyom, yüz lira.
Dört sene işlettim orayı.”
Mehmet Bey’in Kuşadalı turizmci Hasan Tonbul ile sıkı dostluğu vardır. Yayla Köy deneyiminden sonra bir süre onun Kuşadası, Antalya ve Marmaris’teki işletmelerinde güvenilir vekil olarak çalışır. Sonra da Hasan Tonbul’un sayesinde Değirmendere’de Hasan Çavuş’un tarlasını alır ve 2010 yılında kendini emekliye ayırana dek o tarlada çiftçilik yapar.
On dört yaşında başladığı çalışma yaşamında giriştiği her işe yaratıcılığını ve becerisini de katan, dolayısıyla yaptığı işten hep keyif alan, iyi de para kazanan Mehmet Mumcu, artık Grup Sitesi’ndeki evinde emekli yaşamını sürdürüyor. Merak ediyorum, geriye dönüp baktığında keşke şunu da yapsaydım dediği bir şey, içinde kalmış bir uhde var mı?
“Kirazlı’da mahzen yapmak istemiştim. Dağ kenarında bi bağ alıvedi Hasan. Türkiye’nin en güzel şaraplarını getirtip mahzene doldurcadım. Sadece peynir, ekmek ve şarap olcadı. Ama ekmek ordan olcak, peynir de. Dışardan gelenler de özel olcak.
Hakkaten klas bi yer yapmak istiyodum. Hayalimdeki taşları bile aldım, tâ Menderes’in çıktığı yerden. Dinar tarafından orijinal eşyalar getirticedim. Afyon’a gittim, kesilmiş mermerler almak için. Yola onlarla döşeyecedim. Düşün bakem, mermer caddeden geliyosun şaraphaneye.”
“Nası, olu mu böyle bi yer?” diye soruyor gülerek ve noktalıyor sözlerini: “Yaptın mı değişik bi şey yaratacasın, herkesin yaptığını değil.”
Düşünüyorum. Daha doğrusu düşlüyorum. Adı Kral Yolu olan mermer caddeden gidilen Efes Antik Kenti geliyor gözümün önüne. O yolun bitiminde bir şaraphane. Havada mis gibi bir ekmek kokusu. Ahşap masalarda kadınlı erkekli gruplar, şen kahkahalar atıyorlar. Masaların üstü çeşit çeşit ekmekler, peynirlerle donatılmış. Kulaklarım çınlıyor, incecik cam kadehlerin birbirine çarptığı anda çıkardıkları tiz seslerden. Öyle çok kadeh tokuşturuluyor ki bir melodiye dönüşüyor çınlamalar.
Derken Dionysos görünüyor masaların arasında; başında asma yapraklarının arasında üzüm salkımlarından oluşan tacıyla. Boşalan kadehleri dolduruyor tek tek; bağlarımızın bereketi artsın duasıyla.
Sonra testinin dibinde kalan şarabı iki kadehe doldurup uzatıyor Kral Memet’e. Neşemiz, keyfimiz eksik olmasın diyerek kadeh kaldırdıkları sırada, birden antik kentin tiyatro sahnesi ışıklanıyor. Mermer sütunların arasından biri çıkıyor sahneye. O anda her tarafta sayısız rengârenk kelebekler uçuşmaya başlıyor. Masalarda oturanlar kadehlerini sahneye doğru kaldırırlarken eşsiz bir ses karışıyor kelebeklerin dansına.
…………………..
Ne zaman bir kadeh alsam elime
Hep sana, hep seni, hep bizi içiyorum.
Melek – Şefik Sözer
——————————————–
- Mütesellim, bir sancağın mali ve idari işlerini yürüten, sancak gelirlerini ve iltizam yoluyla topladığı vergileri sancak beyine aktaran görevlidir.
- Halk tarafından “müsellim” olarak dillendirilmektedir.
HATIRLAYAN MAHALLE – Mekânlar-Meydanlar, KEGEV- 2022, Sf:114
























