BURSA’NIN ÜNLÜ KUŞADALI AVUKATI GÜNDÜZ KUTUCU

Karataş Ortaokulunun bahçe kapısında bir süre durdu. Neşeyle koşup oynayan çocukları izledi. Hepsi de iyi giyimliydi. İzmirli çocuklardı ne de olsa. Aslında annesi de onu özenerek hazırlamıştı yeni okuluna ama farklıydı işte! Bazı çocukların yanında anne babaları vardı. O yalnız gelmişti. Daha doğrusu, Cavit abisinin  “Aynı okuldansınız, beraber gidin!” dediği, tanımadığı bir çocuğun peşine takılıp gelmişti okula; o çocuk çoban, kendi koyun misali.

            Derken zil çaldı. Öğretmenler bütün çocukları sıraya soktular. Okul müdürünün konuşmasından sonra sınıflara girildi. Okul binası çok büyük ve çok güzel görünüyordu. Zaten yol boyunca gördüğü binaların hepsi de bildiklerinden çok farklıydı; kat kat göğe doğru yükseliyorlardı.  Kuşadası’nda iki kattan daha yüksek bina yoktu ki!

            Sınıfını buldu: 1 – C. Okula kayıt yaptırırken babası, İngilizce sınıfları çoktan dolmuş olduğu için yabancı dil seçiminde Fransızcayı seçmişti. Almanca seçeneği de vardı ama babası istememişti. Çünkü Almanlar İkinci Dünya Savaşı’nı kaybetmişlerdi. Öyle demişti babası. Çok üzülmüştü İngilizce okuyamayacak olmasına. Savaş yıllarında abisinin Almanları tutuyor olmasına inat, o İngilizleri tutuyordu. Çünkü İngilizlerin, savaştan kaçıp Kuşadası iskelesine sığınan Yunan askerlerine verdikleri gıda yardımı paketlerindeki şekerli bisküviler çok lezzetliydi. Bir şey görecek halleri kalmamış,  savaş yorgunu askerlere çaktırmadan kaç kez araklayıp bir güzel yemişti. İşte o leziz bisküvilerin hatırına İngilizlerden yana olmuş ve İngilizce okumak istemişti.

            Sınıfta en ön sıraya oturması gerektiğini düşünüyordu. Kuşadası Yedi Eylül İlkokulunda da ön sırada oturmuştu hep. Çok başarılıydı çünkü. Özellikle matematikte. Çok sevdiği Reşat Özbek Öğretmen teneffüse bile çıkarmaz, hep matematik çalıştırırdı. Aynı başarıyı burada da göstermesi gerektiği inancıyla ön sıraya oturmak istedi, ancak ön sıralar çoktan dolmuştu bile. İkinci sıraya geçti. Yanına hemen başka bir çocuk oturdu. Önce mis gibi bir kolonya kokusu çarptı burnuna. Ter koktuğunu o zaman fark etti; utandı. Belli etmemeye çabalayarak yanındaki çocuğu incelemeye başladı. Sarı saçlı, renkli gözlü çocuk oldukça güzel bir takım elbise giymiş, şık bir kravat takmıştı. Ve hâlâ çok güzel kokuyordu.

            Biraz sonra aynı çocuk, hiç alışık olmadığı bir kibarlıkta “Çok sevdiğim bir arkadaşım var, o da bizimle oturabilir mi?diye sorunca kendini iyice kötü hissetti. Bu kibarlık ona çok fazla gelmişti. Boğazı düğümlendi sanki; sesi çıkmaz oldu, kendini zorlayarak yanıtladı soruyu. Yanlarına oturan diğer çocuk da oldukça şık giyimliydi. Lacivert bir pantolon, kırmızı bir kravat… İçi iyice daraldı. Kaçmak istedi; kasabasına… Eski okuluna… Ucuz, özensiz giyimli, çoğunun sümükleri akan sınıf arkadaşlarının yanına.

            Türkçe öğretmeni girdi o anda sınıfa. Zorlukla ayağa kalktı. Başı önündeydi.

            Derken, öğretmen bir soru sordu. Yanıtı biliyordu ve hemen parmağını kaldırdı. İşte şimdi kendini gösterebilecek, başarısıyla dikkâtleri üstüne çekebilecekti. Konuşmaya başladığında sınıfta gülüşmeler oldu. Öğretmen de gülümsemişti. “Sen nerelisin?”  diye sordu sonra. “Kuşadalıyım” diye yanıtladı.  Kılık kıyafetinin yanı sıra konuşması da farklıydı demek. Utancı katlandı. Ve uzun bir süre bir daha da parmak kaldırmadı. Sonraki günlerde ise sınıfın en arkasına geçti; sınıfta kalmış, yaşı daha büyük çocukların yanına.

……………………………………………..

            Yıllar sonra sohbet ederken 1947 yılında, İzmir Karataş Orta Okuluna başladığı gün yaşadığı duygusal incinmeyi yeniden yaşarcasına, İşte o kasabalı çocuğun aşağılık duygusu, hep daha iyisini yapmalısın diyerek başarıya yönlendirdi beni”, diyordu sevgili Gündüz Kutucu.

            1936 yılında, Dağ Mahallesi’nde, şimdiki Garanti Bankası şubesinin yanından çıkan yokuştaki evlerden birinde dünyaya gelir Gündüz Bey. Babası Kutucu Kemal, annesi Ayşe Hanım ve abisi Sıtkı ile birlikte çekirdek ailenin dördüncü ve son üyesi olur. Soyadları baba ailesinin tahta helva kutusu imalatçısı olmasından gelmektedir. O zamanlar üretilen ve çok ünlü olan Kuşadası helvası o tahta kutularda ambalajlanarak yurt dışına ihraç edilmektedir.

            İki yaşına bastığında, o zamanlar adı Katırlar Sokak olan, şimdiki Yıldız Sokak’a taşınırlar. Sokağın solunda, ilk başta yer alan ev, mimarisi ve iç dizaynı ile Müslüman evine benzemediği için Rum ya da Ermeni yapısı olabilir, diye anlatılıyor.

“Çok haşarı bir çocuktum”, diyor Gündüz Bey. “Elimde sapanla camları kırardım. O dönemde bir tek Kale İçi Camii açıktı. Diğerleri kapalı, metruk haldeydi. Ben o metruk camilerin minaresine çıkıp vakitli vakitsiz, Tanrı uludur, Tanrı uludur!’ diye ezan okurdum. Ben ezana başlayınca, kahvedeki         (Eliada Otel’ in altındaki çınar ağacının karşısında bulunan kahve) adamlar yerlerinden fırlarlardı; beni yakalayıp dövmek için. Ama hiçbir zaman yakalayamadılar. Onlar kahveden gelene kadar ben minareden hızla inip kaçmış olurdum.”

            Hiçbir haşarılığının temiz bir dayakla sonuçlanmamasının nedeni, Gündüz Bey’e göre annesinin aksatmadan içirdiği, o berbat kokulu ham balık yağıdır; çevik, atik, güçlü kılmıştır çocuk bedenini.

Verem olmayayım diye içirirdi annem. Okulda sınıfın yarısı veremli, yarısı sıtmalıydı. Bende de sıtma vardı; karnım şiş, suratım sarıydı. Okulda sıtma nöbetim tuttuğunda Reşat (Özbek)  Hoca hemen anlar, başıyla çık işareti yapıp beni eve yollardı. Gerçi eve giderdim de ne olurdu ki!… Ev buz gibi. Soba filan yok. Sadece akşamları mangal yanıyor. Elektrik de yok tabii. Beş numaralı lambayla okulu bitirdim ben. Eğer misafir varsa on bir numaralı lamba yakılırdı. Numara büyüdükçe lambanın yağ dolan şişesi de fitili de daha büyük olurdu. Ona göre de daha çok yağ yaktığı için daha masraflı olurdu.

Genelde ülkenin ekonomik durumu kötüydü. Elbette Kuşadası’nın da, bizim de. Zor zamanlardı.”

Fakirliğin En Kötüsü Herkesin Bilmediği Fakirliktir

         Gündüz Bey’in annesi Kuşadalı Tahsildarlar’ ın kızı. Babası İbramaki’ nin torunu. Babaannesi Nakiye Hanım’ı hiç tanımamış. Babasının dışında bir amcası ve üç halası var.  Kardeşlerin en büyüğü amcası Sıtkı, aynı zamanda ailenin lideri. İttihat ve Terakki’nin Kuşadası örgütünün ve Türk Ocaklarının kurulmasında önemli katkıları olmuş. Ancak gönüllü olarak katıldığı Çanakkale Savaşı’nda şehit düşmüş. Ailenin kırsal mallarını Kemal Bey, şehir, hükümet işlerini ise abisi yönetirken, abinin şehit düşmesiyle Kemal Bey tek başına kalmış. Ancak bilgisi ve donanımı kırsalla sınırlı olduğu için epey zorluk çekmiş.

“Önceden bu işleri azınlıklar yapıyormuş”, diye anlatıyor Gündüz Bey. “Kuşadası’nda zeytinyağı fabrikası 1919’ da İtalyanlar tarafından kuruldu. 1926’ da Denizeller, şimdiki Atatürk Meydanı’nın oralarda, 1928’ de de babam, (dedesinden gelen mal varlığıyla) Sağlık Caddesi’nde fabrikalarını kurdular. Babam hızını alamayıp bir un fabrikası, ardından da bir buz fabrikası kurdu. Ama tabii o zaman için buzun müşterisi yok. Zarar etmiş, hemen kapatmış.

Un fabrikası da Varlık Vergisi döneminde sıkıntıya girmiş. Devlet buğday tarlalarını gözlemlemesi için memur görevlendiriyor. O tarladan ne kadar buğday toplanıp ne kadar un çıkacağını nasıl hesaplıyorsa artık memur, o hesap tutmazsa yüksek miktarda para cezası var. Zaten para yok! O zaman Erzurum, Erzincan’a yol çalışmasına gönderiliyorsun. Bu uygulama esas azınlıklar içindi ama Türklere de o korku yetiyordu. Babam da o korkuyla kapattı un fabrikasını.

Daha sonraki yıllarda, şimdiki Sabucalı Sokak’ ın olduğu yerde kurulu dinamoyla şehre elektrik veren fabrikayı satın aldı babam. Naci Akdoğan’ın babası Fuat Akdoğan belediye başkanıydı. (1943 – 1946)  (Fuat Akdoğan’ın eşi, babamın teyzesinin kızıdır.) Kasabalı bakış açısıyla elektrik fabrikasının işletme ruhsatını iptal etti; tellere falan da el koydu. Mahkemelik oldular. Hâkim Şefik Şakrak’tı. Babamın lehine, o dönem için önemli bir miktar olan sekiz bin lira tazminat kararı verdi. Ancak demişler ki, belediye malları haczedilemez, ayda üç yüz lira olarak ödeyelim. Babam da kimseye danışmadan kabul etmiş. Tabii o para eriyip pul oldu.”

            “Yok”ları adaletsizce ve acımasızca çoğaltan İkinci Dünya Savaşı yılları, Türkiye’nin batısındaki bu küçük kasabayı da etkilemiş elbette. Pek çok cepte para yok, ancak bir verip beş kazanan tefeciler var. İnsanların yokluğundan para kazanırken onları tehlikeli yokluk çukuruna itenleri bizzat tanıdığını, ancak adlarını vermek istemediğini söylüyor Gündüz Bey.

Yeni nesillerin ancak dramatik bir film gibi algılayabileceği, oysa yakın geçmişte yaşayanların hayatlarını biçimlendiren bu yokluk yılları, kuşkusuz her anlatanın öznel bakışıyla gözler önüne seriliyor. Gündüz Beyin anlatımında ise tarihin nesnel bir aktarımına tanık olmanın keyfini yaşadık. Yaşadığı travmaların, incinmişliklerin çocuk ruhunda bıraktığı derin izlere inat, kin gütmemiş, intikam duygusuna teslim olmamış; tam tersine toplumun siyasal yapısını karşıtların senteziyle kavrayabilmiş.

CHP’li Kuşadası’nda DP’yi Kurmak

            “Kuşadası’ndaki lakabı ile Kutucu Kemal sıkı bir Atatürkçüydü”, diye anlatmayı sürdürüyor Gündüz Bey. Atatürk’ün bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un anlattıklarından babasının çok etkilendiğini söylüyor.

“ Atatürk’ün kadrosunun önemli kısmı tasfiye edilmiş, M. E. Bozkurt’ a göre yanlışlarla dolu İnönü Dönemi başlamıştır. Atatürk’ün son başbakanı Celal Bayar ve Mareşal Fevzi Çakmak başta olmak üzere, Ankara’da CHP’ den uzaklaşan bir toplu hareket dikkat çekmektedir.”

İşte bu hava içinde 1946 yılında, Kemal Kutucu ve emekli Albay Dr. Hulusi Buyral, diğer önde gelenlerle birlikte Demokrat Parti Kuşadası İlçe Örgütünü kurarlar. Hulusi Bey başkan, Kemal Bey başkan yardımcısıdır.

“Malum, tek parti dönemiydi. O zamanki kaymakamlar ilçenin parti görevlisi, valiler de il başkanı gibiydiler. Dönemin Kuşadası Kaymakamı Rebii Başol ile ailecek görüşüyorduk. Bir gün haber gönderdiler, ‘bir maniniz yoksa kahve içmeye gelmek istiyoruz’, diye. Annem zeki bir kadındı.’ Kemal’ dedi, ‘ben huylandım, bunlar hayırlı bir şey söylemeyecekler bize.’

Neyse, akşam geldiler. Kaymakam, ‘Kemal Bey’, dedi, ‘sen buranın önde gelen bir insanısın. Sana bakarak çapulcular, şunlar, bunlar partiye giriyorlar. Sen bu işten çekil, seni örnek almasınlar.’

Babam’ Ben çekilmem’ deyince, ‘Çekilmezsen senin için iyi olmaz’, dedi kaymakam. Ben annemle babamın oturduğu koltukların dibinde, yerde oturuyorum. Kaymakamın söylediklerini duyunca kulaklarım uzadı. Evet, küçüğüm ama böyle konulara duyarlıyım. Çok net gözümün önünde, babam sağ elinin baş ve işaret parmağıyla dudaklarıyla oynuyor. Tedirgin olduğu zamanlarda hep yaptığı gibi. Kaymakama ‘Ne yapabilirsiniz?’ diye sordu.’ İki yalancı şahitle seni içeri attırırım’, dedi kaymakam ve kalkıp gittiler.

O gece sabaha kadar annemle babam kavga ettiler. Annem babamın partiden istifa etmesini istiyor, babamsa etmem diyor.”

Gündüz Bey’in “böyle konulara duyarlılığı”, beş altı yaşlarında başlamış. Mahmut Esat Bozkurt Kuşadası’na geldiğinde onların evinde kalırmış. Bazı akşamlar Akdeniz (Eliada) Otel’in önündeki çınar ağacından Kale Kapısı’na dek uzanan rakı sofraları kurulurmuş. Kasabanın ileri gelenleri evden mezeler getirir, geç saatlere dek sohbet edilirmiş. Gündüz Bey de M.E. Bozkurt ile babasının arasında yere oturur, siyasi sohbetleri dikkatlice dinlermiş.  Konuşmaların genellikle İnönü aleyhinde olduğunu çok net anımsadığını söylüyor.

 Tek Parti Yandaşını Yanına Alır

Kutucu Kemal partiden istifa etmediği gibi, DP’nin propaganda çalışmalarına da bizzat katılır. Bir gün Güzelçamlı’ da bir kahveye giderler. Kemal Bey kahve sandalyelerinden birinin üstüne çıkıp konuşma yapar. Şöyle der: “Bu memleketin idaresi Kireçgilli Halil Efenin idaresine benzemiştir!”

“Aydın efeleri ikiye ayrılırdı”, diye anlatıyor Gündüz Bey. “Hepsi soygunculukla işe başlamışlar ama bir grup Kurtuluş Savaşı’na entegre olup önemli işler yapmış. Diğer grup ise eşkıya; soygunlar, kız kaçırmalar filan. Kireçgilli Halil Efe de bu eşkıyalardan biri.

İşte babamın kurduğu bu cümle, İzmir Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanıp Memleket Hastanesinin altındaki cezaevinde bir sene hapis yatmasına neden oldu. Zaten Kaymakamın emriyle bir süredir takip ediliyormuş.  İktidar yandaşları da gönüllü yardımcıları olmuş

Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra İsmet İnönü’nün başında olduğu tek partili dönemde bürokrat sınıfın tek partinin ajanı olarak davrandığını vurguluyor Gündüz Bey.

Dünyanın her yerinde böyledir bu”, diye ekliyor; “Küba’da da, Kuzey Kore’de de böyledir. Çünkü tek parti bürokratını yandaşa dönüştürür; bir yandaş sınıfı oluşturur. Onları yanına alır.”

            Bu son cümle, iktidara yandaş olmanın yandaşlar açısından nasıl da kazançlı, karşıtlar açısından da nasıl zorlu, hatta tehlikeli olduğunu kaç kuşaktır yaşıyor olduğumuzu düşündürüyor. Demokrasi bir yaşam biçimi haline gelemediği sürece de siyasette tek ya da çok örgütlü olma arasında pek de fark olmadığına bizzat tanığız. Bir akademisyenin sözlerini anımsıyorum: “Haksızlığa uğradığında yasal olarak hakkını arayabiliyor ve sonuç alabiliyorsan demokratik bir sistemden söz edilebilir.” Niteliği ne olursa olsun iktidar, “ötekiler” in yasal haklarına engel koyuyorsa parti sayısının çokluğu, sadece oy pusulalarının daha uzun olması anlamına geliyor.

Müjdee!… Müjdee!

Gündüz Bey’in, babasının hapse girdiğini öğrendiği an oldukça trajik ve travmatik.

“Hamamcıoğulları lakabıyla tanınan, anne tarafından akrabamız bir amcanın, İzmirli Ali pasajının olduğu yerde bir terzi dükkânı vardı. Çok fazla hergelelik yaptığım için okul tatilinde annem beni o terzinin yanına çırak vermişti. Teyel sökme işlerini ben yapıyordum. Bir gün yine dükkânın eşiğine oturmuş, teyel sökerken anne tarafından akrabamız Faruk Alp, Kale Kapısından yukarı, ‘Müjdee, müjdeee, Kutucu Kemal’i mapusa depmişleee!’, diye bağırarak koşuyor. Ben bunu duyunca elimdeki işi atıp ağlayarak eve koştum. Kapıyı kıracak gibi çalıyorum. Annemle sarıldık. O da ağlamaya başladı. Meğer zaten biliyormuş da bizden saklamış.”

            Bütün gazeteler Kutucu Kemal’in hapisle cezalandırılmasını manşetlerine taşırlar; DP yanlısı gazeteler “CHP.’nin zulmü” olarak, CHP yanlısı gazeteler de gözdağı vermek için. Ancak hiçbir gazete, biri on, diğeri on altı yaşındaki iki çocuğun ve bir annenin çaresizliğini konu etmez.

            Yargılama öncesinde başına gelecekleri az çok tahmin eden Kemal Bey, eşinin baskılarına daha fazla direnmeyip DP’den istifa eder. Dava açılmasının sonrasında DP’li İzmir Barosu’ndan bir grup avukat (bir kısmı 1950 seçimlerinde milletvekili ve bakan olurlar) Kutucu ailesini evlerinde ziyaret ederler. “Biz bu davaya bedava bakacağız. Çünkü bu memleket davasıdır. Siz kurban seçildiniz!”,  derler. Ancak DP’li bir avukatın yapacağı savunmanın pek de işe yaramayacağını öngören Kutucu çifti, CHP’li bir avukatla anlaşır. Gündüz Bey’e göre de babası hem partiden istifa ederek hem de CHP’li bir avukatla hâkim huzuruna çıkarak bir yıl cezayla ucuz atlatmıştır.         

            Yaşadığımız iktidar döneminde de sıklıkla dile getirilen, yokluğundan yakınılan, demokrasinin olmazsa olmazı diye vurgulanan “kuvvetler ayrılığı ilkesi” ve “yargı bağımsızlığı” konusunda Gündüz Kutucu’ nun net bir yorumu var:

“Ben bildim bileli yargı hiç bağımsız olmadı. Sadece  yargının sahipleri değişti.”

Mahkûm Ailesi Olmak

Kutucu Kemal 1946 – 47 yılları arasında, kırk sekiz yaşında, hapishanede cezasını çekerken, eşi ve iki oğlu da hayata tutunabilmek için pek çok zorlukla baş etmeye çalışırlar. Elbette paraları yoktur.

“O zamanlar henüz zeytin mahsul zamanı gelmeden, düğünü, hastası olan ya da darda kalanlar zeytinyağı fabrikalarından avans ( para) ister; karşılık olarak da zeytinini o fabrikaya getirmeyi taahhüt ederdi. Babamın eski Türkçeyle tuttuğu bir defteri vardı. İsteyenlere verdiği parayı o deftere yazardı. Kayıtlara göre babamın yaklaşık üç bin lira alacağı var. Bizim ayağımızda ayakkabı yok, babam hapiste. Bu arada Kuşadası’nda en güzel evler iki bin lira civarında.

Annem defterden alacaklı olduklarımızın adlarını okuyor ve o zaman on altı yaşında olan abimi alacaklarımızı toplama işiyle görevlendiriyor. Abim borçlunun kulağına ‘Annemin selamı var, sizden alacağımız varmış, onu istiyor’, diyecek. Sıkı sıkı da tembihliyor: Alçak sesle ve nazik, ama kararlı konuşacak. Borçlulardan bir tanesi -adını vermeyeyim- yanında o kadar olmadığını söyleyip cebinden çıkardığı bir miktar parayı abime veriyor. Kahvedekiler merakta.’ Kutucu Kemal’in oğlu kulağına ne dedi de ona para verdin?’ diye soruyorlar. Cevap şöyle: ‘Aç kalmışlar, borç istedi, verdim kerataya.’ ”

Babam Hapse Girdiğinde Ölmüştü

“Hapisten çıktığında da ölüydü. O gün büyük bir kalabalık karşıladı onu. Atatürk’ ten sonra İnönü döneminde pek çok Atatürkçü DP’ ye geçmişti. Kuşadası’nda da öyleydi. Kuşadası’nın da ileri gelenleri (Kasım Yaman, Uncular, Adalılar, Tercümanlar falan) hep DP’li olmuşlardı.

Babam ilk olarak zeytinyağı fabrikasına gitti. Herkes bir şey söylüyor, babam susuyor. Babam, eski babam değil. Çocuklarına sarılmadı, onlarla  ilgilenmedi bile. O kalabalık içinde donuk gözlerle çevresine bakıyordu. Daha sonra evde anneme karşı da çok ilgisiz davrandı.”

            Gündüz Bey İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde okurken hapisten çıkan insanların topluma kolaylıkla uyum sağlayamadıklarını öğrenmiş; kendini haksızlığa, mağduriyete uğramış görme hissinin, yargılanma ve hapishane süreçlerinin, tahliye sonrası toplumun tepkisinin insan psikolojisine etkilerini ayrıntılı olarak incelemiş. Ne var ki henüz on yaşındayken ve bu psikolojik etkilerle ilgili hiçbir fikri yokken bir an önce sığınmak için can attığı baba kucağının soğukluğu, çocuk ruhunu bir kez daha incitmiş.

Aslında Türkiye’nin Manzaralarından Biriyiz Biz.

Kemal Bey’in tahliyesi sonrası tam anlamıyla bir damgalanma ve dışlanma süreci yaşar Kutucu Ailesi. İstifa ettiği için DP’liler, bir Kuşadalı olarak kasabada DP’ nin kurulmasına destek verdiği için CHP’liler yüz çevirirler.  Doğdukları, yaşam sürdürdükleri memleketlerinde kendilerini yabancı gibi hissederler. Gündüz Bey’in deyişiyle hem DP’ liler hem de CHP’ liler tarafından şutlananınca yalnız kalan bir adam olarak” Kutucu Kemal, çareyi şehrin dışına kaçmakta bulur.  Kuşadası Garajının yan tarafındaki Kitaş sitesinin bitişiğinde olan yer, o zamanlar aileye ait bir zeytinliktir. Bir kuyusu, bir de kulesi vardır. Ailecek oraya göçerler. Kemal Bey yeniden zeytin ve bağ işleriyle uğraşmaya başlar. Kırsal yaşama geri dönüşü sağlığına kavuşmasına yardımcı olur.

“Tarlaya göçmek babamın isteğiydi. Annem istemeye istemeye gitti.   İlkokul mezunuydu annem. Ancak giyim kuşamına, makyajına çok önem veren bakımlı bir Cumhuriyet Kadınıydı. Tüylü şapkalar falan takardı. Dolayısıyla kırsalda yaşamak onun için cazip değildi, ama babam öyle istemişti.”

Ayşe Hanım seyahat etmeyi de çok severmiş ve eşini de peşi sıra sürüklemiş.

Babam için çok iyi olmuştudiyor Gündüz Bey.  “ Annem böylece babamı siyasetten tamamen uzaklaştırdı. Benim de siyasete girmeme nedenim annemdir.”

Aslan Ağzı Ayakkabılar

         İlkokulun ilk üç sınıfını ortalama bir başarıyla tamamlayan Gündüz Bey, dört ve beşinci sınıflarda başarısıyla öne çıkar. Matematiği ve kompozisyonu çok iyidir. Başarısı nedeniyle ön sırada oturmaktadır. Bu yüzdendir ki çok sevdiği ve “Bugünkü durumumu ona borçluyum”, dediği öğretmeni Reşat ÖZBEK, sıranın altından ayakkabılarının sadece üstünün var olduğunu, tabanının ise olmadığını görür. Hemen öğrencisini dışarı çıkarır ve Annen sana bir ayakkabı alsın.”,  der. İyi de hangi parayla? Bunun üzerine Reşat Bey, İkioklu çarşısında ayakkabıcılık yapan dayısını okula çağırtır ve “Bu çocuğa hemen bir ayakkabı yap!” der.

“Dayım tahta çivilerle hemen bir ayakkabı yaptı bana. Aslında ayakkabının derisi, alttaki köseleye iplerle bağlanırdı. Uzun kullanım sonrası ip koptuğunda ayakkabının burnu aslan ağzı gibi açılırdı. Tabii benimkiler usulünce yapılmadığından iki günde aslan ağzı oluverdi.”

Gündüz Bey bunları anlatırken ilkokul yıllarımda belki de tüm serisini okuduğum Kemalettin Tuğcu romanları geliyor aklıma. O romanların kahramanı çocukların dramlarını okurken ağlamaktan gözlerim şişerdi. Çocuklara kötü davranan yetişkinlere çok öfkelenirdim. Gündüz Bey’i dinlerken sanki o çocuklardan biriyle yıllar sonra karşılaşmışım gibi bir duyguya kapılıyorum. Ve yine öfkeleniyorum; ne yani, dayının yeğenine ayakkabı yapması için Reşat Öğretmenin uyarması mı gerekiyordu? Hem de iki günde “aslan ağzı” olacak bir ayakkabı için…

“Annem dayımı hiç sevmezdi” diyor Gündüz Bey. “Ben severdim ama. Çok okuduğu halde iş disiplini olmayan, derviş gibi bir adamdı.”

Birinci Mevkii

            Yokluklar, yoksunluklar, dışlanmışlıklar bir yandan yaşamlarını etkileye dursun, Gündüz Bey oldukça başarılı bir şekilde ilkokulu bitirir. Sırada orta okul vardır, ancak Kuşadası’nda henüz orta okul yoktur. İki oğlunun da mutlaka okuması gerektiğine inanan Ayşe Hanım, Kemal Bey’i de ikna eder ve oturdukları evi kiraya verip Hacıfeyzullah Mahallesi’nde yaşayan anneanne Fitnat (Özgen) Hanım’ın yanına taşınırlar. Ardından da Gündüz Bey İzmir Karataş Orta Okuluna, abisi Sıtkı Bey de İzmir Mithat Paşa Sanat Enstitüsüne kaydolurlar.  Karataş Orta Okulu karşısındaki çıkmaz sokakta iki katlı bir evin üst katında iki oda kiralar Kutucu Ailesi. Anne iki oğluyla birlikte orada kalmaya başlar. Babaları da hafta sonları yanlarındadır.

“İzmir’deki ilk on beş gün abimle birlikte, Karantina semtinde Kuşadalı Cavit Abilerin evinde kaldık. Taşınma aşamasıydı. Okulun açıldığı gün Cavit Abi, aynı okuldan bir çocukla beni tanıştırıp birlikte gidin, dedi. Ben de takıldım çocuğun peşine tramvay durağına geldik. Önümüzden tramvaylar geçiyor, öndeki katar boş, arkadakinde insanlar üst üste. Çocuk binmiyor, ben de binmiyorum. Derken, çocuğun öndeki boş katarı fark etmediğini düşünerek gelen tramvaya atladım. Biletin beş kuruş olduğunu söylemişlerdi, biletçiye parayı uzattım. Biletçi beş kuruş daha istedi. O gün “birinci mevkii” kavramını öğrenmiş oldum.”

Kasabalı Çocuk” un Dönüşümü

Okulun açıldığı ilk günden başlayarak yaşananlar, Gündüz Bey için oldukça zorlayıcı, kırıcı hatta aşağılayıcı kimi deneyimler olur. İlkokulda ön sırada oturan gözde öğrenci, sınıfın en arka sırasında, çok başarısız öğrencilerle yan yana oturmakta, elinden geldiğince görünmez olmaya çabalamaktadır. Geceleri yorganı başından aşağı çekerek ağlarken bir yandan da hırslanıp başarılarıyla herkese gününü göstereceği zamanın mutlaka geleceğine kendini inandırır.

Gerçekten de zorlu matematik sınavlarında bütün sınıf dökülürken iki tane 10 alınca birden yıldızı parlar.

O kadar moralim bozuktu ki herkes her şeyi benden iyi yapıyordu. Kuşadası’ndayken benden iyi futbol oynayan yoktu, burada futbolda bile geri kalmıştım. O hırsla gece yarılarına kadar futbol oynuyordum. Futbol topu da yok tabii, çaputları sarıp top yapıyoruz.

Derken git gide araziye alıştım. Hergeleliklere de başladım. Derslerdeki başarım çok dikkat çekmişti. Diğer çocuklar benimle arkadaş olmaya çalışıyordu. Birinci sınıftaki benle ikinci sınıftaki ben arasında çok ciddi bir fark vardı. Üçüncü sınıfta okul takımına seçilmiştim.”

Gündüz Bey sonraki yıllarda okul takımında oynamakla kalmayıp Kuşadası, Çeşme, Alaçatı ve Altay genç takımlarında amatör olarak futbol oynamış. İzmir genç takımına çağrılmış. Sait Altınordu ile çalışmış. “Ondan epey küfür yemiştim”, diye anlatıyor o yılları.

İzmir’deki ikinci yılında bir öğretmen çiftin evinde pansiyoner olarak kalır. Çiftin çocuğu yoktur, Gündüz Bey’le yakından ilgilenirler. İlk kez kendine ait bir odası olmuştur. Onlardan çok şey öğrenir; özellikle de görgü kurallarını. Üçüncü yılını ise Milli Eğitim yurdunda tamamlar.

Ekonomik sıkıntıların artarak sürdüğü lise yıllarını İzmir Namık Kemal Lisesi’ nde geçirir. İkinci sınıftayken DSİ bünyesinde Bozdağ’ da barajın yol inşaatında çalışır. Sigortasını da başlatırlar ve o sayede erken emekli olur.

“Kazandığım parayla kılık kıyafet alıyordum. Sokak çocuğu olmanın faydalarını yaşıyordum. Kaldığım yurdun sahibi Fransızca hocasıydı ve müşteri arıyordu. Bana beleş ders vermesi karşılığında yurtta kalacağımı söyledim. Kabul etti. O yurtta bir de duvar gazetesi çıkarmaya başlamıştım. Eleştirel yazıyordum. Adam da beni kovdu tabii. Sonradan Alsancak’ta bir pansiyona yerleştim.”

            Yine beş parasız kaldığı günlerden birinde, Basmane’ de İzmir Garajında, Elbirlik otobüslerinin sahibi ve o dönem belediye başkanı olan Rauf Özsürücü’ yü görür. Parasızlığın, dolayısıyla çaresizliğin verdiği cesaretle yanına gider ve Fuat Akdoğan döneminden Belediyenin, babasına olan sekiz bin liralık borcunu anımsatarak on lira ister. Borçtan düşebileceklerini de ekler.  (Bu arada Kuşadası belediyesi dört başkan değiştirmiştir. ) Rauf Özsürücü kısa bir yanıt verir: “Yok!”

            Okul harçlığını çıkarma zorunluluğu üniversite yılları boyunca da sürer. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde okurken babasının yetersiz kalan para desteğini Tahtakale’ de muhasebe yardımcılığı yaparak tamamlar.

“Böylece”, diyor Gündüz Bey, “ben gelecek endişesinin verdiği gazla çatır çatır, hiç sene kaybetmeden bitirdim okulları ve Kuşadası’na dönmemeye karar verdim.”

Aydınlı Olmanın Dayanılmaz Ağırlığı

                     Kuşadalı Birinci Hoca önderliğinde, Kuşadası’nın Aydın’ a bağlanması istemiyle imza toplanmaya başlar. Kampanya sonuç verir ve 1957’ de Kuşadası Aydın’ın ilçesi olur. Gündüz Kutucu da üniversiteli bir genç olarak imza atanlardan biridir.

“Artık Aydınlı olduğum için üniversitedeki Aydınlı arkadaşlar beni Aydın Yüksek Tahsil Talebe Cemiyeti’ ne davet ettiler. Katıldım ve kısa sürede dikkati çektim. Dolayısıyla başkan olmamı istediler.

O zamana kadar cemiyet başkanları DP’ de politika yapan abilermiş. Ben şöyle bir sloganla yola çıktım: Öğrenci derneğinin başkanı da öğrenci olmalıdır!” Bu slogan çok tuttu. Başkan oldum. Çok demokratik bir yönetim kurulu oluşturduk. Dördü CHP’ li, dördü DP’ li ve ben partisiz başkan.

İlk iş olarak Aydın’ da beş yüz öğrenciden imza topladık ve Ankara’ ya gidip Meclis kapısına dayandık. (1959 yılı, ihtilal öncesi) İyi şartlarda kalabileceğimiz bir öğrenci yurdu istiyorduk. Tabii bu hareket duyuldu. İsmet Sezgin belediye başkanıydı. Ankara’daki Aydın Talebe Cemiyeti başkanı TRT Genel Müdürüydü – yani öğrenci değil. Bizi Ankara Palas’ ta yemeğe davet ettiler. Kafalarımızı okşayıp sakinleştirmeye çalıştılar. Yine de tartışmalar çıktı. Vali Hilmi İncesulu araya girdi.

Ertesi sabah Ethem Menderes (Milli Savunma Bakanı) telefonla yönetim kurulu temsilcilerimizi evinde kahvaltıya davet etti. Kahvaltıdaki konuşmalarda Menderes Hükümetinin baskı ve tehdit altında olduğuna ilişkin sözler geçti. Menderes’ in çekilme yanlısı olduğunu, ancak Celal Bayar’ın kimse istifa etmeyecek, seçime gideceğiz ve bunlar geçecek, diyerek direnç gösterdiği konuşuldu.

Ülkenin içinde bulunduğu bu karmaşa ortamında bizim talebimizse Fatih semtinde tespit ettiğimiz, Vakıflara ait beş yüz metre karelik arsaya bir talebe yurdu yaptırmaktı. Görüşmeler sonuç verdi, talimatlar yazıldı ve biz o arsayı aldık. Talebe yurdu da 1960’lı yıllarda tamamlandı.”

(Aradan yıllar geçer. 1975 sonbaharında Aydınlı bir genç kız, üniversite öğrenimi için gittiği İstanbul’ da, Aydınlı gençlerin azmi ve önderliğinde hizmete giren bu yurtta kalacaktır. Öğrencinin adı Zerrin Boratav’ dır. 1979 yılında eğitimini tamamlayana dek kaldığı yurdun Gündüz Kutucu tarafından önerilen bir proje olduğunu, söyleşinin yazımı sırasında öğrenecektir.)

Ancak ülkede politik hava git gide sertleşmektedir. Hayaller Celal Bayar’ın iyimserliğiyle sınırlanmış, gerçeklerse tutuklamalar ile yol alan bir askeri darbeye evrilmiştir.

            Gündüz Bey’ in okulu bitmiştir. Bir otelde kiraladığı, müşterilerin beğenmediği bir odada iki kişi kalmaktadırlar. Hala Talebe Cemiyeti Başkanıdır.  Okul bittiği için genel kurul yapıp yönetimi öğrenci arkadaşlarına bırakma hazırlığı içindedir. Ancak birileri tarafından telefonla aranmakta, “İstifa et o… çocuğu!” diye rahatsız edilmektedir.

“Çünkü fiyakalı bir konumdu. Bir talebe yurdu başlatmışız ayrıca otellerde çaylar, balolar filan… Dikkat çekici icraatlarımız var.

Ancak Aydınlı olmak Menderesçi olmak anlamına geliyordu. Dolayısıyla bana da öyle bakılıyordu. Aydın gerçekten hızlı bir Menderesçiydi. CHP’ ye evrilmesi nasıl oldu, ayrı bir uzun konu.

27 Mayıs Askeri Yönetimi tarafından, bir yandan önemli derneklere, DP’lilerin etkili olduğu sivil toplum örgütlerine el atılıyor, başkanları görevden alınarak yerlerine tayinler yapılıyordu. İstanbul Talebe Birliği Başkanlığına CHP’li Nurettin Sözen getirilmişti. Biz de yönetim olarak böyle bir beklentiye girdik, ancak henüz bize dokunan yok. Tutuklanır mıyım, diye de düşünüyorum. Bir yandan DP’nin muhalif öğrencileri katledip “kıyma makinaları” ndan geçirdiği söylentileri dolaşıyor. Biz bile kuşkulanıyoruz, aramızdan eksilen var mı, diye.

28 Nisan 1960’ da üç yüz bin kişinin katıldığı Beyazıt meydanı mitinginde ben de vardım. İstanbul Talebe Birliği’nin atanan başkanı konuşmasına “Aydınlılar!” diye başladı ve özellikle beni hedef gösterdi. O fanatik kalabalıkta bir kişi beni tanısa linç edilirdim. Hemen tüydüm oradan.”

            O geceyi uykusuz geçiren Gündüz Bey, ne yapması gerektiğine karar vermeye çalışırken çocukken yaşadığı bir olay gelir aklına. “Yalın ayak koşturan bir sokak çocuğu” olduğu dönemde bir gün köpek ısırır Gündüz Bey’i. Köpeğin kuduz olma olasılığına karşın da oldukça ilkel koşullarda kuduz aşısı olur. O zaman ona derler ki “Sakın köpekten kaçma! Kaçarsan ısırır.”  O uykusuz gecenin sabahında karar verir: “Kaçmayacağım!” Ve bu kararı, yaşamı boyunca sahipleneceği bir ilke olacaktır.

“Hiçbir Partinin Ne Üyesi, Ne Arka Bahçesi Oldum.”

“Babamın yaşadıkları yüzünden” diyor.“Annem de çok etkiledi tabii, ‘Sakın politikaya girme!”

Başkanı olduğu cemiyetin demokratik yapısına, en çok da kendi duruşunun nesnelliğine güvenerek olağan üstü genel kurula gitme kararını yönetime bildirir. Niyeti seçimi almak, ardından yedek subaylık süreci başlayınca yönetimi aynı ekibe bırakmaktır.

Öğrencilerin İki ayrı Üst düzey kuruluşu vardır;  “Türk Talebe Birliği” muhafazakâr, sağcı, “Türk Talebe Federasyonu” ise Atatürkçü, laik, sol kanadın örgütlendiği yapılardır.

“Ben federasyona gittim. Basın toplantısı yapmak istediğimi söyledim. Ancak Aydınlı olduğumu öğrenince incelemek için konuşma metnimi istediler. Dedim ki: ‘Sansür İkinci Abdülhamit döneminde kaldı. 27 Mayıs da özgürlükler için yapılmadı mı? Metnimi vermem!’ Onlar da salonu vermediler.

Cumhuriyet Gazetesi’nde çalışan gazeteci bir arkadaşımı aradım. O zaman gazetecilerin bakanlar gibi forsu vardı. Herhalde zararsız olduğumu söylemiş olmalı ki federasyon salonu verdi.

Konuşmamda şunları söyledim: Biz Aydınlı efeler olarak Yunan işgaline karşı savaşmış bir bölgenin öğrencileriyiz. Gerçek bağımsızlık, düşman işgali altındayken vatanı savunarak, topraklarımızı düşmandan kurtararak kazanılır!”

Gündüz Bey’in bu konuşması çok etkili olur ve ulusal gazetelerde yer alır. Elbette Kuşadası’nda da okunmuştur haber. Kutucu ailesinde büyük bir kıvanç yaşanır. 27 Mayıs sonrasında ülkedeki ilk genel kuruldur. Bir ara kavga çıkar, polis müdahale eder. Daha sonra uzlaşı sağlanarak toplantı bitirilir. Gündüz Bey, planladığı gibi seçimi almıştır. Kısa bir süre sonra da yine İstanbul’da yedek subaylık dönemi başlayacak, cemiyet yönetimini arkadaşlarına emanet edecektir.

Avukat Gündüz Kutucu

Mesleğe ilk adım hukuk doktoru Cavit Abi (Alp) nin İstanbul Karaköy’deki bürosunda atılır. Henüz yeterince çevresi ve parası olmadığı için hem serbest çalışmak hem de danışmanlık yapmak ister ancak torpili yoktur. Yoğun uğraşılar sonucu SSK avukatlığına kabul edilir.  Üç büyük kente doğrudan giriş olmadığı için Bursa’ da göreve başlar. Altı ay sonra büyük kente geçebilecektir.

“Sosyalist görüşe sahibim; işçi davaları, sosyal güvenlik, sendikalaşma, sosyal devlet gibi konularda uzmanlaşmak istedim. 61 anayasası kabul edilmişti. Okudum ve adeta ezberledim. O sıralar İnönü hükümeti kuruldu. Ecevit çalışma bakanı oldu. Kafama uyan gelişmeler olmaya başladı.

Hafta sonları İstanbul’ a gidiyordum. SSK üst katta bir lojman vermişti; sıcak su bile vardı. Öğrenciliğimde yaşayamadığım bir lükse sahiptim.

Altı ay sonra İstanbul’ a almadılar beni ama Bursa’ da şef avukatlığa yükseldim, iyi bir çevre edindim.

Bir Stajyer Avukat Gelmiş; Çok Güzel!

İşler yolunda gitmeye başlayınca Bursa’nın gözde bekârlarından biri olur Gündüz Bey.           

 Çevresindeki herkes onu evlendirmeye çalışmaktadır. Annesinin hedefi bellidir: Oğluna Söke’den, mümkünse Özbaşlardan gelin almak. Ancak Gündüz Bey büyük toprak sahiplerine iç güveysi  olmak istemez. Bir gün arkadaşlarından biri, çok güzel bir stajyer avukat geldiğini haber verir. Gündüz Bey ilgilenir. Bir emekli subayın kızı olduğunu, zengin olmadığını öğrenir. Üstelik meslektaşıdır. İlk bilgiler kafasına uygundur,  ancak hemen harekete geçmez.

Stajını bitirip belediye avukatlığına başlayan İlknur Hanım, Gündüz Bey’ le ilk karşılaşmasını şöyle anlatıyor:

“Stajım bitmiş, herkes bana hayırlı olsun diyor, içlerinden biri selam bile vermiyor.”     

Gündüz Bey savunmaya geçiyor hemen: “Ama benim niyetim bozuk; anlaşılır diye korkuyorum.”

İlknur Hanım devam ediyor anlatmaya: “Ben yaşıtlarıma göre uzundum. Baktım, Gündüz boylu poslu. Bir de biz zengin değildik ama saygı, sevgi ve görgü kurallarının önemsendiği bir aile ortamında yetiştirildik. Dolayısıyla kaba saba bir insanla yaşamam mümkün değil. Gündüz de diğer avukatlardan daha nazik konuşuyor. O çıkar çıkmaz dava dosyasına baktım; adını merak ediyorum. Gündüz Kutucu. Ne biçim soyadı varmış, diye düşündüm. Benim soyadım Işıklıyayla. Sonra dedim ki, sana ne adamın soyadından, evleniyor musun ki?”

İlknur Hanım tam da adına ve soyadına yakışır şekilde, varlığıyla ortama ışık saçan,  şıkır şıkır bir kadın. Öyle hoş gülümsüyor ve öyle heyecanlı anlatıyor ki sanki o baro odasında o anları yaşıyormuş gibi hissettiriyor karşısındakine. Ve birbirlerinin sözlerini tamamlarkenki bakışmalarında, anlatmaya çalıştıkları aşklarını capcanlı görebiliyorsunuz. Üstelik dillere destan olmuş bir aşk ve mutlu evlilik öyküsü onlarınki. Ulusal televizyon kanallarından birinde konuk edilip bu mutluluğun görüntüleri paylaşıldıktan sonra, değişik ortamlarda  “işte onlar!” diyerek yanlarına gelen kişilerle yaptıkları sohbetleri keyifle anlatıyorlar.

Bak, Bu İstese Veririm Seni!

            İlknur Hanım’ın annesi Edibe Hanım bir gün alış veriş sonrası adliyeye uğrar. Koridorda anne kız birlikte otururlarken Gündüz Bey de önlerinden geçer; elbette yine selam yok.  İlknur Hanım’ın annesi uzun uzun arkasından baktıktan sonra kızına dönüp “Bak, bu istese veririm seni!”, der. İlknur Hanım çok şaşırır, çünkü annesi kızlarına çıkan taliplere “hayır” demesiyle namlıdır. Ve annesine şöyle der: “Aman anneciğim bırakın onu, kendini beğenmiş; insana bir selam bile vermez!”

            Sonraki günlerden birinde Gündüz Bey kolunun altında dava dosyasıyla, Bursa Belediyesi’nin avukat odasına, İlknur Hanım’ a sözde bir şey sormaya gelir. Saat 16 55’ tir; !7 00 mesai bitimi. Gündüz Bey İlknur Hanım’a ilk kez merhaba der. Sözde bir şeyler sorar. O sırada saat 17 00 olur, mesai biter ve ikisi baş başa kalırlar. Gündüz Bey İlknur Hanım’a Benimle evlenir misiniz?” diye beklenmeyen ilk atağını yapar.

            Hukuk dilini iyi bilmesi gereken bir avukat olarak Gündüz Bey önemli bir hata yapmıştır. Evlenme teklifi “öz” bakımından değilse de “şekil “ bakımından itiraz görür; İlknur Hanım şaşkındır, susma hakkını kullanır. Yine selamsız geçen iki hafta sonunda Gündüz Bey yine yalnız kalacakları bir an yaratıp sorusuna yanıt beklediğini söyler. İlknur Hanım’ın tavrı nettir: “Siz bana usulüne uygun bir şey sormadınız!”

            İlk anda reddedildiğini düşünse de konuşmanın içinde geçen “usul”  sözcüğü dikkatini çeker Gündüz Bey’in. İlknur Hanımları ailecek tanıyan bir arkadaşına danışır ve bu teklifin usulüne uygun şekilde olması gerektiğini öğrenir. Ailesi kız evine gidecek, Allahın emriyle kızı isteyecek.

            İyi de ya vermezlerse?…

            İki aile kahvelerini içer, usulüne uygun şekilde kız istenir; verilir. 1969 Şubatında iki genç avukat nişan yüzüklerini takarlar.  8 Ağustos 1969’da da Bursa fuarındaki gazinoda, kalabalık bir davetli katılımıyla düğün törenleri gerçekleşir. Üstelik bu tür törenlere karşı olan “isyankâr sokak çocuğu” Gündüz Kutucu, “araziye uymak için” papyon bile takmıştır.

Kendi Evimizde İlk Fotoğraf

            “Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine”, demeyi beklerken kiralık bir çatı katında, para yetmediği için perdesi bile olmayan bir odada, sehpasına kurulan fotoğraf makinesi, ellerinde yüklü bir borç listesi bulunan genç avukatların o anını belgeler.

Böyle başladık maça”, diyor Gündüz Bey. Bağımsız bir evlilikleri olsun diye ailelerinden parasal katkı istememişler. Zaten onların da yardım etmeye niyetlerinin olmadığı çabuk anlaşılmış. Üstelik nişanlarından bir gün önce İstanbul’ a atanmış ve bir buçuk yıl boyunca da hafta içi İstanbul’ a, hafta sonu Bursa’ ya gidip gelerek maça devam etmişler.

Aile bütçesini denkleştirmeye çalıştıkları dönemde çıkagelmiş ilk oğulları Saygın.  Listedeki borçlar henüz tamamen silinip kâğıt yırtılamadığı için aile nüfusunun üçlenmesi,  mutluluklarının yanı sıra geçim sıkıntısını da iyice artırmış.  Bir de Saygın bebek anne sütüyle doymayıp Alman malı hazır mamayla beslenmek zorunda kalınca, her geçen gün bebeğin yanakları dolarken anne babanın avurtları da çökmeye başlamış.

Çocuklarının bakımını birlikte üstlenmiş olsalar da hem çalışıp hem de çocuk yetiştirmenin zorluğu, üstelik de ekonomik sıkıntılar İlknur Hanım’ a oldukça ağır gelmiş. Gündüz Bey gibi ham balık yağıyla beslenen bir sokak çocuğu gibi de yetişmediğinden olsa gerek, yaşadığı kaygılar sonucu mide kanamaları geçirmeye başlamış ve sonunda midesinin üçte ikisi alınmış. 

Sonrasında Gündüz Bey istifa edip Bursa’ da kendi bürosunu açmış. İyi bir çevresinin olması ve disiplinli çalışmasının karşılığını kısa sürede görmüş. “Her gün bir iş geliyordu ve bu da her gün bir maaş gelmesi demekti.”

“Gündüz’ ün istifa edip serbest çalışmaya başlaması, bizi ilk anda tedirgin ettiyse de kısa sürede bunun çok doğru bir karar olduğunu gördük” diyor İlknur Hanım.

Böylece üç yılın sonunda kendi evlerini alabilmişler ve refah düzeyleri giderek artmış. İlkinden sekiz yıl sonra ikinci oğulları Kemal Duygun doğduğunda, artık hazır mama paralarından korkmalarına gerek yokmuş.

Ama hiçbir zaman kibirli olmadık; arkadaşlarımızı, akrabalarımızı boşlamadık. Hala da öyleyiz”, diyorlar kıvançla.

 Yargı Kalitesinin Yükseltilmesi Projesi

        Gündüz Bey serbest yaşama geçtikten sonra çeşitlendirdiği çalışmalarla da dikkatleri çeker. On beş yıl süreyle Bursa Barosu’ nun konferans ve panellerinde moderatör ya da konuşmacı olarak görev alır. Baro dergisinde pek çok bilimsel makalesi yayınlanır.

YÖK’ ün Atatürk Üniversitesinde düzenlediği bir çalıştayda, ülkemizdeki hukuk eğitimini çok sert eleştiren ve çözüm yolları öneren uzun bir bildiri sunar. Sunum sırasında salonda, hukuk fakülteleri dekanları ve baro başkanları arasında büyük bir tartışma yaşanır. Ardından Adalet Bakanlığı akademi hocaları ile bakanlık üst düzey temsilcileri bildirinin bir örneğini isterler. Konu, yargının kalitesinin yükseltilmesine ilişkin olduğu için çok önemlidir. Dolayısıyla Gündüz Bey ülkesine böyle bir katkıda bulunacağı için çok heyecanlı ve umutludur.
            Ancak tam da o dönemde ortaya çıkan anayasa değişikliği tartışmalarıyla “Yargı Kalitesinin Yükseltilmesi Projesi” Ankara’nın sürekli değişen gündeminden çıkıp kendine sadece bir hukuk fakültesi kitabının ve Bursa Barosu Dergisi’ nin sayfaları arasında yer bulabilir.

İzmir’ de Erik Satılıyor!

            Tüm söyleşi süresince kendinden söz ederken sıklıkla “sokak çocuğu, haylaz, hergele”, diyor Gündüz Bey. Ancak yıllardır kibarlığı ve nezaketiyle tanıdığım Gündüz Bey’i bir türlü söz ettiği şekilde bir çocuk olarak tanımlayamıyorum zihnimde. O ise komşunun bahçesinden erik çalmak için çıktığı ağaçların üstünde ne şiirler yazdığını keyifle gülerek anlatıyor.

“İzmir’ den anneme yazdığım ilk mektupta Anne, burada erik satılıyor!’ demiştim. Kuşadası’nda erik satılmazdı ki! Kendi bahçende ağacın yoksa komşununkinde vardı. Bizim evde bir oda vardı, karpuz, kavun yığılıydı. Kahvaltıda yanında peynir ekmekle onları yerdik. Kavunu kesiyoruz, yavan çıktı; ata veriyoruz. Kendi tarlamızda çok var nasılsa.

Bir yanıyla zenginlik bu, ancak satamıyorsun ki!… Alıcı yok. Ekip ürettiğin sana para olarak dönmüyor. Dolayısıyla o yıllarda Kuşadası’nda, Kale Kapısı çevresinde birkaç tane manav vardı yalnızca.”

Çocukluğun Kuşadası Renkleri

Hep de hüzün renginde değil Gündüz Bey’ in Kuşadası’ndaki çocukluk anıları.                            

Örneğin, Kale Kapısı’nın yanında henüz yol olmadığı dönemde, merdivenlerle çıkılan odada sessiz filmler oynatılırmış. Lorel Hardy, Charlie Chaplin filmlerini izleyip kahkahalarla güldüklerini anımsıyor.

Bir de Barbaros Bulvarı’nda ortadaki ağaçlara ip gerip cambaz şarkıları söyleyerek ipin üstünde yürüyen cambaz var anılarında. Renkli başlayıp siyah biten bir anı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında ara sıra geçen Alman uçakları bir keresinde biraz alçaktan uçunca, ağaçlar sallanmış, ip sarsılmış ve cambaz düşüp ölmüş. Ancak Ada’nın bıçkın delikanlıları cambazın ölmesine değil, güzelliği dillere destan karısının ne olacağına odaklanmışlar.

…………………………………………..

On bir yaşında, incinmiş bir çocuk olarak ayrıldığı Kuşadası’na bir daha dönmeme kararı almış olsa da bir yanı hep Kuşadası’nda Gündüz Kutucu’ nun. O yüzdendir ki 1990 yılında özellikle eğitim, kültür ve turizm alanında ulusal ve uluslararası düzeyde katkı sağlamak amacıyla kurulan KEGEV ( Kuşadası Eğitim ve Geliştirme Vakfı) kurucularından biri olarak çok önemli bizler için. Üstelik sadece kurucu üye olarak kalmayıp KEGEV bünyesindeki Özel Ü. Naci Akdoğan Kolejinin, KUAKMER’in ve SEYAKMER’in gelişmelerini de yakından izleyip onlara  maddi manevi destek olmayı sürdüren bir büyüğümüz.

Dedim ya çocuk ruhu yaralanmış olsa da öfkeden, kibirden arınıp, başarılarıyla ve her daim desteğiyle ifade etmiş kendini Kuşadalılara.

O halde bizlere de Gündüz Kutucu’ nun gururunu paylaşmak düşer!

                                                                                               Melek – Şefik SÖZER

                                                                                    Ocak 2023